Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

13 Ocak 2010 Çarşamba

Sidney


Hayatımda ilk defa güney yarımküreye geçtim. Uçaktan da salimen çıktım. Pasaport kuyruğuna girdim. Sıra bana geldi. Yanyana, erken yirmili yaşlarda bir erkek bir kadın memur yanyana oturuyorlar. Konuyu bilmesemde şakalaşıyorlardı. Benim olduğum sıradaki memur kız öbür eleman için çok salaktır diyip kahkaha atıyor. Adam da yok vallaha gerçek salak bu diyor gülüyor. E ben de güldüm azcık. Damgayı vurdu, tam tebessümle çıkarken “immigrationdan bu bayan seni görmek istiyor” dedi. Bizim tebessüm gitti. Lacivert Türk pasaportunun sizi her seferinde yana yatırabilmesi ne ilginç. Elin oğlu bir senelik çalışma vizesini internetten beş dakikada alırken, ben pasaportumdaki vizeyle bir daha kenara çekiliyorum. Çıkış biletime baktı, ne kadar kalacaksın, ne zaman gideceksin diye sordu. Sonra da aldı pasaportu bir on dakika ofis tarafına geçip kayboldu. Ben terledim. O geldi. Hadi uza gibilerinden teşekkür etti, verdi bizim evrağı. Ne milletmişiz yahu. 500 kişi arasından sen gel bakalım dedikleri zaman garip oluyor insan. Herneyse, bir ülkeye daha girmeyi becerebildiğim için sevindim çıktım.


Benim liseden arkadaşım Sezgi uzun zamandır bu diyarlarda. Güya gelip bizi alacaktı. Çıktım dışarı, Japonya’nın soğuğundan sonra iyi geldi sıcak hava. Ama bizim arkadaş piyasada yok. Telefonun da şarjı bitmiş, açamıyorum. Allaha emanet bekledim biraz. Az daha duty free’den aldığım viskiyi açıyordum kahvaltılık. Yarım saat sonra sırıta sırıta geldi. Yine yırttık. Atladık taksiye, yaşadığı Bondi Beach’e doğru yollandık. Yalnız bana ufak bir detayı söylemeyi unutmuş, kardeşi ve onun kız arkadaşıyla yaşadığını. Valla madem öyle dedim Sezgi’ye, benimle yaşayacaklarsa belli kurallara uymaları lazım. Akıllı çocuklardır, uyarlar dedi. O zaman gidelim arkadaşım dedim. Hakkaten de çok kral çocuklarmış. Saygıda hiç kusur etmediler. Sezgi’nin kardeşi Seren’i de görmeyeli belki 12 sene olmuş. En son Marmaris’te bir tekila içirmiştim ona ufakken (gerçi ben de ufaktım). Tekila içtik ayrı düştük ondan sonra. Kısmet dünyanın öbür ucunda görüşmekmiş.

Ayın 31’inde vardık. Akşama yılbaşı olduğu için uyumam gerekirken heyecandan uyuyamadım. Yeni bir yıla garip diyarlarda başlama düşüncesi kalbimin minik bir serçe gibi çırpınmasına sebebiyet verdi. Biraz takılıp yayıldık eve. Beş aydır ev görmemişiz. Herşeyi bir yere savurabilmek ne güzelmiş. Kahve falan da beleş. Sonra alıp beni biraz gezdirdiler dışarıda. Sahile indik. Tam benlik ülke. Gevşek, havası güzel, herkes sokaklarda. Eğleniyorlar, gülüyorlar… Oyalanıp eski günleri yadederken akşam oldu. Coolerlara doldurduk biraları, votkaları, viskileri, yemekleri. İndik Bondi sahiline. Tam elde bira salına salına yürürken agresif bir bayan polis kaptı benim birayı, döktü, burada yasak dedi. Halbuki bir önceki sadece uyarmıştı. Evde gereken sevgiyi bulamıyor diye fesat fesat düşünürken çimenlere vardık. Bir önceki sene burda müsaade varken bu sene içki içmeye müsaade etmiyorlarmış. Haydaa falan dedik. Bizimkiler de o sırada bir iki arkadaşlarıyla konuştular, başka bir parka gitmeye karar verdik. Oradan havai fişekleri falan da görmek mümkünmüş. Bir tane minivan tarzı bir taksi çevirdik. Zaten karaborsa olmuş taksiler. Şöför de ordulu çıktı. Biraz geyik yapıp az para verdik, yoksa yolacak bizi ordulu. Gittik parkı bulduk. İğne atsan yere düşmez. Adeta bir mesire yeri. Herkes sermiş yere örtüsünü, piknik havasında yılbaşını bekliyor. Biz de o arkadaşları bulup onların örtüsünden ve mekanından sebeplendik. Hafiften de demleniyoruz. Saatler 12’yi gösterirken ve havai fişekler atılırken benim kafa dönmeye başladı. Zaten kaç zamandır adam gibi dinlenmedim, bir de uçaktan inip başladık mazotu çekmeye. Yeni yıla girdiğimi hatırlıyorum ama sonrası biraz bulanık. Şaka bir yana havai fişeklerde havai fişekti hani. Kızkaçıran ve mantar tabancası değil. Ben diyeyim beş, sen de on milyon dolar harcamışlardır bu işe (rakamların gerçeklikle alakası yok tabi, mübalağ ediyorum). Ama çok güzeldi, o kafayla hatırlıyorum. 2009’u da yedik gitti. 2000’ler de tümden bitti. Herkesle beraber kendime de iyi seneler dilerim.

Neyse, bir şekilde dönmüşüz eve. Öğlen gibi kalktım. Herkes ayaktaydı. Ayın biri ve devamındaki birkaç gün bu şekilde gerçekleşti zaten. Öğlen kalk. Öğle yemeği saatinde kahvaltı, plaja in, yat yuvarlan, akşam da yemek ye dışarı çık. Kaç ay sonra ev ortamına girmişiz. Evde herkes tatilde. Onların hayatına hemen uyum sağladım. İlk şehir turum gece oldu. Side Bar’a giderken yol üstünde bak bu budur, şu şudur dedi Sezgi. Adam olana çok bile, al sana şehir turu diye de ekledi. Ben ikna olmadım tabi. Bir akşam da Scubar mıydı neydi, oraya giderken gösterdi birkaç yer. Velhasıl, ilk birkaç gün yılbaşı partisinin devamı gibiydi. İlk denize girişim de harikaydı. Türklük genlerde olduğu için gel bak gidelim şurdaki kayalardan atlayalım denize dedi sevgili dostum. Neyimize lazım ama sonunda ikna oldum. Güneydoğu Asya’dan gelmişim, sular termal sanki. Bu atladı, beş kere soğuk mu diye sordum. Ilık oğlum ne soğuğu, atla bak dedi. Bayılacaksın. Nazı bırakıp atladım. Su buz gibi, başladım sövmeye. Soğuk sudan nefret ettiğimi daha önce de yazmıştım. Bir taraftan söverken bir taraftan da yüzmeye başladım. Bu arada Avustralya’da köpekbalıklarının çokluğunu anlatmaya başladı. Geçenlerde asker bir çocuğu mu ne kapmışlar, bacağını kesmişler çocuğun. Ben biraz daha hızlı yüzmeye başladım tabi. Kıyıya da adımı atınca derin bir nefes aldım. İlerleyen günleri sahilde geçirmeye özen gösterdim.

Müteakip günlerin birinde indik şehir turu yaptık. Zaten benle beraber kapalı hava da geldi. İlk birkaç gün hep bulutluydu. Açtığı ilk gün de şehre indik. Masmavi gökyüzünün altında Sidney gerçekten harikaydı. Deniz parlıyor. Harbor Bridge, Opera House, şehir merkezi, Botanical Gardens derken etraflıca gezdik. Heryer park bahçe zaten. İnsanlar eve boşa kira veriyorlar. Mevsimlerden de yaz, herkes sokakta. Baya bir yürüdük ama değdi. Sadece manzarası, görülecek yerleri için değil, genel anlamda Sidney’i çok beğendim. İnsanları da ortamı da sıcak buldum. Sırtçantası ile gezmek için ucuz bir ülke değil. O yüzden arkadaşlara yamanacaksınız. Yerli kadar yabancı da çok burada. Avrupalılar bir senelik hem çalış hem gez vizesini çok kolay aldıkları için (internetten beş dakikada) heryerde Alman, İsveçli vs. çalışıyor. Saatine aldıkları paralarla da hep yaşayıp hem para biriktirebiliyorlar. Seyahatim sırasında çok rastladım Avustralya’da çalışıp, para biriktirip, bu parayla Asya’yı gezenlere. Ne güzel imkanlar var lacivert pasaportlu türk olmayanlara. Bazen imreniyor insan, keşke biz de vakti zamanında bunların yapabildiklerini yapabilseymişiz diyorum. Ama Oxford vardı da gitmedik mi?

Avustralya pahalı ülke demiştim değil mi. Makul bir öğün 8-10 Avustralya doları. Restoranlara giderseniz bu rakam ikiye üçe katlanıyor tabiki. Barlarda bira 5-6 dolar. Ama insanlar dışarıda çok takıldığı için bu masraflardan kaçınmak mümkün. Plajlarda barbeque köşeleri var. Kendi nevalenizi götürdükten sonra Bu elektrikli ızgaraların başına geçip süpermarketten aldığınız ucuz gıdalarla, 24’lük kasasını da 40 küsur dolara aldığınız biranızı yudumlayabiliyorsunuz. Bir sürü insan yemeğini fast foodculardan bile alsa sahile gidip çimenlerin üzerinde tadını çıkarıyor. Şehre indiğimizde de öğle yemeğini parklarda yiyen, yerken kitabını okuyan pek çok çalışan insan da gördüm. Hayat tarzı böyle olunca adam işten çıkıp sörf yapmaya gidiyor, koşuyor. Herkes bir şekilde hareket ediyor. Alakalı alakasız her yerde ipod kulağında koşuya çıkmış insanlar görüyorsunuz. Çimenlere yayılıp güneşleniyorlar, hayatın tadını çıkartıyorlar. Sidney’i beğendiğimi söylemiş miydim?

Bu ara durak benim için Güney Amerika’dan önce biraz da dinlence yer olacaktı. Dinlendim mi, daha mı çok yoruldum, tartışılır tabi. Birkaç gün de takıldık. Arada iki gün üstüste yürüyüş yaptık. Okyanus kenarında yürüdüğümüz her yer muhteşemdi. Yüksek yüksek kayalardan okyanusu seyrediyorsun. Yelkenliler heryerde. Millet sörfünün üzerinde. Heryere yürüyüş yolları yapmışlar. Bu yollar da parklar bahçeler içinden geçiyor gidiyor, devam edip başka ferah yerlere çıkıyor. Küçük koylarda da insanlar denizin tadını çıkarıyor. Dev dalgalardan hoşlanmayalara başka sakin bir koy yaratılmış, biraz önü kapatılmış, sakin denizde de biraz daha yaşlı olanlar keyiflerine bakıyorlar. Yol üzerinde okyanusa bakan evlere insan imreniyor ayrıca. Büyük teraslı güzel evler. Lotoyu vurursak edinmek lazım bunlardan bir tane. Havası da çok güzel Sidney’in. Sanki hükümetlerinden para almışım gibi övdüm bu şehri. Ama sevdim gerçekten.

Bu arada da Yeni Zelanda vizesine başvurdum. Yılbaşı üstü biraz yoğunlarmış.19 ocaktan önce veremem vizeni dedi. Benim tarihler bir kez daha kaydı. Güney Amerika planını bir kez daha yapmam gerekecek. Rio’da karnavala yetişmek istiyorsam bir çözüm üretmem lazım. Fazladan kalmam gerekince 3-5 günlüğüne Sidney’den çıkayım dedim. Byron Bay için arkadaşlar git gör dedi. Yüksek sezon. İlk baktığımda yer bulamadım hiçbir hostelde. Sonra bir daha deneyip Nomads adlı hostelde yer ayırtmayı becerdim üç gün için. Gecesi 42 Avustralya Doları. Otobüs bileti de tek yön 90 Avustralya Doları. Hindistan’ı Tayland’ı özledim ucuzluk konusunda. Bu gelişmiş ülkeler iyi hoş ama adamı çok fena yoluyorlar. Hiç çıkmasa mıydım Sidney’den? En azından beleşe yatacak yerimiz vardı. Gerçi yine geleceğim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder