Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

10 Ocak 2010 Pazar

MAURİTİUS Kasım 2009









Ekim ayında Neşe bir gün telefon ederek Emirates’den Mauritius’a çok ucuz (380 euro) bir uçuş bulduğunu ve sonfiyat.com sitesinden bileti ayırttığını söyledi. İzinlerimizi ayarladıktan sonra sonfiyat’a kişi başı 20 euro komisyon ödememek için bileti Emirates’in sitesinden almak istedik ama ucuz koltuklar bitmişti.


Mauritius’u çok görmek istediğimizden ve bilet yine de ucuz olduğundan Sonfiyat’tan aldık. Ertesi gün Emirates tüm bilet fiyatlarında 2 günlük bir promosyonla 100’er euro indirim uyguladı.


Bizim 400 euro ödediğimiz bilet 280 euroya düştüğü gibi uçakta da rezervasyonlar kalkmış olacak ki yer açıldı. Sağlık olsun dedik, hiç canımızı sıkmadık, zira Mauritius dolaylarına biletler normalde kişi başı 800 euro civarında oluyor.


İnternette Mauiritius'la ilgili hemen hiç Türkçe bilgi bulamadım, bu nedenle gideceklere bir fikir vermesi açısından bu yazıyı biraz detaylı yazmaya çalıştım.


Kasım sonunda yola çıkmak üzereyken çocuklar için domuz gribi aşısı çalıştığım kuruma ulaştı. Ben sağlık çalışanı olduğumdan ilk partide aşılanmıştım ama sıraları gelmediğinden Neşe ve Can’ı aşılamamıştım. Geceyi Dubai havaalanında geçireceğimiz için Can ateşlenir mi diye biraz tereddüt ettim ama sonunda ne olursa olsun diyerek ikisini de havalanına gitmeden hemen önce aşıladım.



İstanbul’daki bekleme süremizi Yapı Kredi’nin World Lounge’unda geçirdik.



Geçen gelişime göre ikram kalitesi artmış İşbankasını geçmişti.
Can masaj koltuklarını çok beğendi.



Saati gelince Emirates uçağına bindik. Bu Emirates ile ilk seyahatimdi. Hostesler bizi kapıda güleryüzle karşıladılar.
Kendilerine nasıl bir eğitim veriyorlarsa gerçekten gülümsüyor ve sanki geldiğinize sahiden çok sevinmiş gibi yapabiliyorlar
(Sadece Emirates değil, genelde tüm hostesler. Belki de erkeklerin hosteslere düşkünlüğünün sebebi normalde bir kadından asla göremeyecekleri bu güleryüzü sahici sanmaları olabilir)



Uçak THY’nin de 3 adet kiraladığı 777 ER300 modeli kocaman ve çok lükstü. Her koltuğun ekranı olduğu gibi inanılmaz çeşitlilikte bir müzik, film ve dizi arşivi vardı.



Örneğin ben dizi olarak epeyce marjinal bir örnek olan Flight of the Concords’u izledim. Ayrıca her koltukta USB girişi ve Lap Toplar için elektrik jackı vardı. Flash diskten (Babamın tabiriyle seyyar hafıza'dan) kendi müziğini dinlemek, ya da fotoğraflarına bakmak mümkündü.



Uçağın altında ve önündeki iki kameradan sürekli yayın var. Özellikle ön kameradan inişi izlemek korkutucu oluyor:
Koca uçak bir sağa, bir sola kaçıyor en sonunda pisti ortalayıp iniyor(muş)



Yemekler pahalı malzemeler kullanılarak yapılmıştı, ama lezzetsizdi.
Can’a bilet alırken belirttiğimizden çocuk menüsü geldi. Çocuk menüsünde de benzer yemekler var ama muhallebinin üzerine surat falan çizilmiş oluyor.



Ayrıca bir kutu içinde bir sürü çikolata şekerleme vs., ufak bir Emirates sırt çantası içinde de muhtelif oyuncaklar boyama kitapları kalemleri de verdiler. Can kendi ekranındaki bilgisayar oyunlarını görünce normalde bunları hiç oynayamadığından çıldırdı, Dubai’ye kadar aralıksız ekranla ilgilendi, arada Disney klasiklerini de izledi.



Uçak içi servis eskiden Güneydoğu otobüs firmalarındaki gibi çok zengindi.
Uçağa binince normalde First Class’a verilen sıcak ıslak havlular dağıtıldı. Uçuş boyunca da çikolatalı barlar, kaliteli içkiler (Ekonomi sınıfında Jack Daniels veren başka bir havayolu olduğunu sanmıyorum) havada uçuştu.



Ben de Brezilya’dan dönerken yanımda oturan Alman Thomas’tan öğrendiğim gibi hiç utanmadan bir seferde iki üç çeşit içki istedim.



Eskiden yemek servis edilirken bir bira ya da şarap ister, daha sonra ikinci bir içki istemek için 1 saat servisin bitmesini beklerdim. Thomas usulünde yemekle birlikte mesela 2 bira 2 Jack Daniels’i aynı anda istiyorsun, ve bunu kimse garip karşılamıyor.
Dubai’ye daha önce çok geldik ama hep Airarabia ile Sharjah Havaalanı’na (Dubai’nin Sabiha Gökçen’i) iniyorduk.



Bu kez 6 saatlik yolculuktan sonra geceyarısı ilk kez esas havaalanına indik.
Havaalanında gözlerime inanamadım: Bizim THY olarak üç tane kiraladık diye havalara girdiğimiz 777 ER 300'lerden Eimirates'de yanyana belki 30 tane vardı, belki bir o kadar da havadaymıştır.



Emirates normalde Dubai’de geçirilecek her aktarma gecesi için havalanı yakınında lüks bir otelde ücretsiz konaklama sağlıyormuş ama bizim biletimiz çok özel bir promosyon olduğundan sadece bir gece hakkımız varmış. Biz de bunu dönüşte kullanmaya karar verdik ve geceyi havaalanında geçirdik.
Havaalanı elbette ki Dubai'deki herşey gibi çok lüks ve büyüktü.



Dış hatlar salonunu bir uçtan diğerine yürümek 20 dakika kadar sürüyordu.
Uyuyacaklar için bol miktarda uzun koltuk vardı.



Biz de az esintili bir köşede yan yana üç koltuk bulup, sık sık kalkıp Can’ı kontrol ederek temizlik arabalarının sesleri, anonslar arasında uyur uyanık sabahı ettik.



Yanımda yatan Afrikalı, Umut Sarıkaya karikatürlerinden fırlamış gibiydi.




Sabah uyuyan Can'ı havaalanına ait pusetlere koyup Emirates’in dış hatlar salonundaki restoranına gittik.



Biniş kartlarımızı göstererek açık büfeden kahvaltı ettik.



Duty Free'den tropik adaya gidiyoruz, ambiyans olsun diye bir Malibu aldım, Mauritius uçağına bindik.
Uçakta bilet promosyonlarını takip eden bizden başka Türkler de vardı ama sohbet etmedik. Uçuş dört buçuk saat sürdü, Hint Okyanusu'nun ortasındaki yeşil küçük adaya alçalmaya başladık.



Biz kendimizi adalarda çok iyi hissediyoruz, ama nedenini bilmiyoruz.
Geçen ay Burgaz Ada da muhteşemdi. Belki psikanalitik bir açıklaması vardır.
Havaalanından çıkıncaya kadar akşamüstü olmuştu.



İzmir ile Dubai arasında 2 saat fark olmakla birlikte Mauritius'la Dubai arasında saat farkı yok. Hava çok sıcak değildi, pantolonları çıkartmamız gerekmedi. İnternetten PDF olarak indirdiğim Lonely Planet rehberi sayesinde en yakın şehir olan Mahebourg’da bir iki otel ismi almıştım.
Şehre otobüsle gitmeyi planlıyorduk ama gençten bir taksici şehre 400 rupiye götüreceğini ve istersek sehir merkezinde 15 euroya tamamen bize ait olacak bir apartman dairesi kiralayabileceğini söyleyince pazarlıkla 300 rupiye anlaştık ve şehre gittik.
(1 euro 44 rupi, 1 lira 20 rupi)



Genç şöför Müslümanmış. Bizim de ‘Elhamdülllah’ Müslüman olduğumuzu öğrenince çok hoşuna gitti. Hele doktor olduğumu öğrenince ağzı kulaklarına vardı ve evin kirasını bir anda 25 euroya çıkartmaya karar verdi.
Eve baktık, dışı dökülüyordu ama içi temiz pırıl pırıl bir daireydi.



Yeni fiyatı duyunca kan beynime çıktı.
“Evini beğendim ama seni hiç beğenmedim sütoğlan” dedim ve bizi Nice Place adlı hostele götürmesini söyledim.
Burası daracık odalardan oluşan ufak bir binaydı. Yaşlı sahibi zili çalınca kilitli dış kapıyı açtı, beni içeri aldıktan sonra tekrar kilitledi. Üst kattaki ufacık odalara baktım, 700 rupi istedi. Kilitli kapıdan da iyice kıllandığımdan teşekkür ettim adamın yavaş hareketlerle kilidi açmasını bekleyip dışarı çıktım. Ahlaksız taksiciye bizi başka bir yere götürmesini söyledim.
Orient diye başka bir hostele gittik, burası nispeten daha iyiydi.
Geceden uykusuz olduğumuzdan fazla uğraşmadan pazarlıkla 700 rupiye anlaştık.



Eşyaları odaya bırakıp hava tamamen kararmadan etrafı dolaşmak için dışarı çıktık. Deniz kıyısında bir konser alanında ahali toplanmıştı. Bir festivalin afişleri de vardı ama Fransızca olduğundan sadece tarihleri anlayabildim.



Burada resmi dil İngilizce olmakla birlikte Fransızca ile karışık bir Creol dili konuşuluyor. Çoğunluk İngilizce biliyor ama herkes Fransızca konuşabiliyor.



Sordum; saat 20 de komedi tiyatrosu varmış.
Can’ın çok uykusu olduğundan beklemeden odaya döndük, çay demleyip uçaktan artan yiyeceklerle akşam yemeğini yiyelim dedik.
Bir de baktım Neşe yarımşar kilo İzmir tulum peyniri ile siyah zeytin çıkarttı.
Kahvaltılarda bu konuda sıkıntı çektiğinden, benim de taşımaya itiraz edeceğimi bildiğinden gizlice çantaya zulalamış.



Sabah erkenden kakıp dışarı çıktım, merakla Mahébourg sokaklarını dolaştım.
Havaalanından gelirken yolları ve trafiği gözümüz kestiğinden bir araba kiralama şirketi aradım ama bulamadım. LP rehberinde yazdığına göre fiyatlar da çok makulmüş. Otele dönünce resepsiyoncuya sordum. "Ben çağırayım" dedi, bir iki yere telefon etti. Ben de otelin mutfağında kahve yaptım. Mauritius’ta oteller genelde apart şeklinde oluyor, ufacık oda bile olsa bir köşesinde kettle, buzdolabı ve ufak bir tezgah bulunuyor.
Burada da müşterilerin kullanımına açık geniş bir mutfak ve bedava çay kahve varmış.



Resepsiyoncu Jordan’ın salonda sigara içtiğini görünce
"Sizde içerde içmek yasaklanmadı mı?" diye sordum.
“ Mart ayında çıkan bir yasa ile dışarıda sigara içmek yasaklandı, içerde içmek serbest” dedi.
“Siz Laz mısınız?” demedim ama bunun nasıl bir mantığı olduğunu sormadan edemedim Gençlere kötü örnek olmamak içinmiş.
Biraz sonra şirketin adamı ufak bir araba ile geldi. Görüntü Nissan Micra ama marka başka. Malezya malıymış.



Al takke ver külah günlük 20 euro’ya anlaştık, fakat rupinin kuru konusunda anlaşamadık. O banka kurundan ödeme istiyordu, ben ise bir önceki akşam para bozdurduğum bakkal kurundan. Sonuçta tekrar bakkala gittim, 300 euro bozdurup adama parasını ödedim.
Kredi kartımdan da arabayı teslim edince geri vermek üzere 25 000 rupilik bir slip çekti, arabayı bırakıp gitti.



Haritayı ve elimizdeki notları inceleyerek kıyı kıyı giderek en Kuzey'deki Grand Bai'den otoban yoluyla dönmeye karar verdik.



Jordan’dan gezilecek yerler hakkında biraz bilgi aldık.
Kendisi Hintliymiş. Zaten Mahébourg’da Hintli nüfus çoğunlukta, Kuzey’e gittikçe zenciler artıyor ama hepsi örnek bir şekilde kaynaşmışlar.



Jordan’a “Hindistanın hangi bölgesindensin?” dedim
“Bilmiyorum atalarım gelmiş” dedi



Bizden bir hafta önce aynı promosyonu görüp aynı seyahati yapan Erhan’dan aldığım haritaya baka baka Mahébourg’a en yakın plaj olan Blue Bay’e gittik. Neşe’nin İzmir’de başlayan soğuk algınlığı devam ettiğinden o kıyıda çantaların başında bekledi, biz de Can ile ilk dalışımızı yaptık.



Bu plajın mercan resifleri meşhur olmakla birlikte hava tatsız, deniz bulanıktı. Birkaç ufak mercan ve tek tük balık gördük.



Pazar günü olduğundan plaj piknik yapan yerlilerle doluydu.
Biz de yol kıyısındaki seyyar lokantalarda karnımızı kızarmış makarna ve dürümlerle doyurduk.



Daha sonra gördüğümüz kadarıyla Mauritius’un özellikle Kuzeybatı kıyısı 5-10 kilometre aralıklı plajlarla dolu. Her plajın girişinde bir örnek kahverengi tabelalar,



çam ağaçlarının gölgesinde tümü ücretsiz otopark, tuvalet ve soyunma kabinleri çeşmeler mevcut.



Bu ağaçlık alanda seyyar restoranlar kebap, patates kızartması, pilav, meyve ve dondurma satıyorlar.



Özellilke her plajda mutlaka bir dondurma arabası, tipik bir müzik çalarak dolaşıyor.



Ancak dondurmaları hep makine dondurması. Arabanın aküsü de yetmiyormu ne, hepsi ektra soft!



Halk hem buralardan aldıkları, hem evden getirdikleriyle ağaçların altında piknik yapıyor. Mangal yakan, çöplerini yemek yediği yere atan, yüksek sesle müzik dinleyen yok.
Buna rağmen sabahları kadın erkek onlarca işçi etrafı süpürüyor, tırmıklıyor, her yer, bütün ada pırıl pırıl.



Toplu taşım zayıf olmakla beraber kasabalar arasında çalışan külüstür belediye otobüsleri plajların içine kadar girip yolcu alıyorlar.



Mauritius'un otobüsleri dökülüyor ama kendilerine güvenleri tam.



Fazla oyalanmadan adanın güneyinden yola devam ettik.
Jordan’ın dediğine göre Souillac’ta bir timsah çiftliği varmış.



Vanilla diye bir yermiş ama doğru düzgün tabelası olmadığından etrafı seyrederken kaçırmışız. Sora sora geri döndük. Giriş kişi başı 250 rupi (5 euro) civarındaydı, elbette ki girmedik. Can’a kapıdan görünen bir timsahı gösterdik, hediyelik mağazasındaki timsah çantaların kemerlerin fiyatlarına baktık (onlar da uçuktu) yola devam ettik.
Mauritius tabak gibi dümdüz bir ada.



Arada sivri tepeler olsa da yollar dümdüz, kenarlarda yemyeşil, kırmızı çiçekli ağaçlar var.



Onun dışında kalan geniş arazilere ise göz alabildiğine şeker kamışı ekilmiş.



Buranın geçimi tamamen şeker kamışı ve turizm üzerineymiş.
Sanayi sıfır, her şey ithal ediliyormuş. Arabayı kiralayan adam fiyatını savunurken öyle dedi.



(‘Araba, lastik, yedek parça hep ithal, fiyat normal mösyö’ dedi).
Trafik, (Ben de arkadaşım Çağlar söyleyince uyandım) bütün adalardaki (İngiltere, Kıbrıs, Japonya, Sri Lanka, Sumatra, ve hatta Avustralya) gibi soldan.



Sağdan direksiyonlu arabalarda vitesin solda olması tamam da sileceklerle sinyalin yerini niye değiştirmişler anlamıyorum. Bir hafta boyunca her sinyal vermek istediğimde silecekleri çalıştırdım.



Tam yerlerine alıştım, tatil bitti, döndük. Bu sefer Türkiye’de sinyal vermek isterken silecekler çalışmaya başladı!
Hız sınırı 60 km, yollar iki şeritli, dar, ama zemini düzgün.
Bol miktarda bisikletli, araçlara aldırmadan aynı yolu kullanıyor.



Ben de yemyeşil, rampasız dümdüz, plajların yanından geçip giden yolları görünce bisiklete binmek için tahrik olmadım değil ama yolların darlığından tırstım. Döndükten sonra Mauritius Turizm Bakanlığına bir mail yazarak eğer adayı dolaşan bir bisiklet yolu yaparlar, havalanından da bisiklet kiralarlarsa bunun dünya çapında bisiklet severleri adaya getirecek bir cazibe unsuru olacağını yazdım ama yanıt vermediler.



Adanın Güneybatı köşesindeki Le Morne adlı beldeye geldik.
Sumatra’dakinin tersine burada kocaman büyük ölçekli bir haritamız olduğundan mesafeler 200-300 kilometre gibi geliyor ama bir bakıyorsun 200 kilometre sandığın yer 20 kilometreymiş, yarım saatte varıyorsun.
Bu Le Morne adanın Ölü Deniz’i gibi bir yer.



Afişlerde falan hep fotoğraflarını koyuyorlar, güzel kocaman bir plaj ve hemen plajın üzerinde tepesi yassı kocaman bir tepe.



Ada dümdüz olduğundan kilometrelerce uzaktan görülebiliyormuş.
Rivayete göre sömürgecilere direnen yerliler bu tepeye sığınmışlar, sonra sıkıştırılınca da 'ya istiklal, ya ölüm' diyerek kendilerini aşağı atarak intihar etmişler.



Şimdi atladıkları yerde jiplerle gelmiş turistler paraşütle sörf yapıyorlar.
Burada kalmayı planlıyorduk ama kıyıda üç beş lüks resort dışında konaklanacak yer yoktu. Resepsiyoncu Jordan’ın tavsiye ettiği Pic pic adlı apart otel denizden epey uzakta ve geceliği 50 euroymuş.
Resortlardan birinin adının Marmara olduğunu görünce durup içeri girdim.



Çalışan yerlilere
“Nerden geliyor bu ad?” diye sordum,
“Bilmiyoruz” dediler.
“Kaç para?” dedim.
Kapıdan müşteri almıyorlarmış, Club Med’in bir şubesiymiş, Fransa’dan rezervasyon yaptırmak gerekiyormuş. LP rehberine bakılırsa böyle lüks otellerin geceliği 300-400 euro civarında olsa gerek.
Kuzeye doğru yola devam ettik. Yol deniz kıyısından gitmekle beraber plajlar pek güzel değildi.


Erhan’ların bütün haftayı geçirdikleri Flic en Flac’a giderken yolda Tamarin diye bir köye girdik. Plaj fena değildi, Pazar kalabalığı hala devam ediyordu. Sahile yakın bir otele girdim. Zemin katta kızlı erkekli genç bir grup bira içerek müzik dinliyorlardı.
Üst katta terası bize ait güzel bir oda için 800 rupiye anlaştık.



Pazarlıkta olmamasına rağmen Can için de bir yer yatağı çıkarttılar.



Neşe’yi dinlenip iyileşmesi için odada bırakıp Can ile yalınayak köyü dolaştık.



Akşam yemeği için güzel bir restoran bulduk, saat 19 da açılıyormuş.
Kıyıya çıktık, güneş batarken fotoğraf çektik.
Can yerli çocuklardan hindistancevizi ağacına tırmanmayı öğrendi...



...ama beceremedi.



Annesi ayaklarının kirlendiğini görünce kızmasın diye ona deniz kabukları topladı.



Akşam Neşe'yi de alıp Çin restoranına gittik.
Restoranda oturup da yiyen pek azdı ama neredeyse bölgedeki bütün yabancılar uğrayıp önceden sipariş verikleri paket yemeklerini aldılar. Menüde ana yemeklerin fiyatları 150-200 rupi (4-5 euro) arasındaydı. Bir de içinde ne olduğunu tam anlayamadığımız 4 kişilik set menüler vardı ve 300 rupiydi.
Set menü söyleyelim hepsinden tadarız dedik. Garson kız bunu duyunca çok şaşırdı,
"Ama o dört kişilik" dedi.
Ben de nasıl olsa ucuz diye "Olsun keyif bizim değil mi, sen getir bol bol yiyelim, yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda" dedim. Epeyce bekledikten sonra ( take away'ler yüzünden); hamur içinde pişmiş karidesler, kızarmış tavuk, lahanalı börek gibi aperatifler geldi.



Bunları yiyip beklerken doyduk ama arkadan esas yemek olan bir leğen pilav gelince garsondan ve yemekten utandığımızdan köşesinden azcık yiyip hesabı istedik.
1750 rupilik (40 euro) hesabı görünce başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
Garsonu çağırdım, menüyü istedim. 300 rupinin kişi başı ücret olduğu açıkça yazılıymış ben görmemişim.
Restoran sahibine gittim,
"Bizim memlekette set menülerin fiyatları kişi başı değil toplam oluyor, bari bir indirim yapın" dedim, hiç tınmadı.
"Bu kadar yiyecek 300 rupi olur mu! İsterseniz artanı paket yapalım " dedi



Öyle bir şey yapsak iki gün daha pilav yemek zorunda kalacağımızdan ve ben de Endonezya'da pilava yeterince doyduğumdan çaresiz hesabı ödeyip çıktık, odaya döndük.
Pansiyonu işleten kızlı erkekli grup Brezilya'lı havasında kapının önünde ayakta takılıp bira içiyorlar.



Gelen geçen de takılıyor. Biraz fotoğraf çektim, uçaktan aldığımız Viva dergisini okudum, yani resimlerine baktım. Çok şaşırtıcı bir dergi, 70 gram kuşeye kocaman kocaman zengin kadın-erkek resimleri basmışlar ve fiyatı baskı kalitesine göre inanılmayacak kadar ucuz.



Sabah erkenden yüzmeye gittim.
Plajda Pazar günkü kalabalıktan eser kalmamış. Denizde çok kuvvetli bir akıntı vardı, biraz yüzdüm, dönüşte baktım, yüzüyorum yüzüyorum koşu bandı gibi olduğum yerde sayıyorum, pes edip çıktım.



Uçak yiyecekleri ve peynir zeytinle kahvaltıdan sonra Kuzey'e doğru yola koyulduk.
Yolda Casa Naturale diye bir parka uğradık. Üçümüz için giriş 470 rupiydi. Gişedeki adama yerlilere uyguladıkları tarifeyi (üç kişi 250 rupi) uygulayıp uygulamayacağını sordum, yüzüme bakmadan reddetti. Biz de kapının önündeki bedava balıklara bakıp fotoğraf çekildik, girmedik.



Kalmayı planladığımız Flic en Flac'a gelince arabayı park edip yürüyerek kalacak yer baktık. İnformasyon bürosunu bulduk ama öğle tatili nedeniyle kapalıymış. Bir iki yere baktık, havuzlu apart evler için standart fiyat 50 euro. Sıcaktan başımıza güneş geçmişti ki arka sokaklarda rastladığımız bir adama otel sordum. Kendisi de 50 euro'ya ailecek ev kiralayıp tatil yapan bir Mauritius'luymuş, bizi içeri davet edip, gazoz ikram etti, otel sahibini çağırdı.



Otel sahibinin gelmesi yarım saati buldu, sıkıldık ama bir defa çağırdığı için bırakamadık , sohbet ettik. Benzin istasyonu işletiyormuş, her yıl ailecek gelip kalırlarmış.
Otelci çocuk geldi, maksimum 30 euroluk bir oda baktığımızı söyleyince bizi bir arkadaşının iyice arkalardaki apartına götürdü. Ev temizdi ama etrafta Mauritius'ta olduğumuzu gösteren tek bir belirti yoktu. Evin baktığı boş arazi Yeni Şakran'a benziyordu. Adama teşekkür edip ayrıldık, informasyona gittik. Biraz Mauritius broşürü aldık, 30 euroya otel sorduk. Kız birisine telefon etti, biraz sonra Maurice geldi.
Ağzı çok laf yapan neşeli bir adam.



Fransa'da çalışmış, Türkiye'ye de gelmiş kebap yemiş vs.
"Ben hep biliyorum sizin orları, nasıl elle yemek yiyorsunuz" falan dedi.
Onlar araplar demedim laf uzamasın diye "Hı, hı deyip geçtim.
Gösterdiği daire merkezde Devon villa'daydı ve gayet güzeldi, pazarlıkla 32 euroya anlaştık.



Daire açık mutfak ve iki odadan oluşuyor.



Maurice'e bir de Türk zeytini ikram ettim.
Odaya yerleştikten sonra eve çok yakın olan merkezdeki Sapr markete gittik.
Bu market o kadar merkezde, yolların kesiştiği bir yerde ki Flic Flac'ın karakterini veriyor.



İçecekler aldık, 66'lık bira 36 rupi(2 lira). Soğuk içeceklere 1 rupi ekliyorlar, naylon poşet istersen o da 3 rupi. Bizde de poşetler parayla satılsa naylon kirliliği biraz azalır gibi geliyor. Odaya döndük buranın meşhur vanilyalı çayından demledik, biz kitap okuduk, Can ödevini yaptı, "Y" harfini öğrendi.



Öğretmeninden 3 gün izin aldığımızdan Neşe kaçırdığı günlerde öğrenecekleri dersleri aldı, öğretiyor.
Saat 15 30 da plaja gitme hevesimiz geldi.
Flic en Flac'ın plajı güzel dalgasız. Zaten Mauritius'un etrafı çepeçevre mercan resifleri ile çevrili olduğundan hemen hiç bir plajda dalga olmuyor. Okyanus dalgalarının 1 kilometre kadar uzakta kırıldıkları yer bazı plajlarda gayet net gözüküyor ve çok ürkütücü.



Bu koruyucu resifler sayesinde tsunami fobisi zamanlarında Mauritius'un reklamını
'Tsunaminin vuramayacağı tek ada' diye yapmışlar.
Denizin rengi çok güzel.



Kıyıdan sonra 20-30 metre kumluk alan, hemen ardından mercan resifleri başlıyor. mercanları sarı dubalarla işaretlemişler, balık çok bol ve çeşitli.



Tipik tropik mercan balıkları arasında akvaryumda gibi yüzüyorsun.
Mauritius'un bu balıkların görülebileceği Mısır, Endonezya gibi diğer yerlerden farklılığı balıkların halk plajında olması.



Normalde diğer ülkelerde bu balıklara ulaşmak için ekstra para ödeyip ya özel bir parka, ya da uzakta ıssız bir adaya gidiyorsun. Burada otelin önünden denize gir, beş on kulaç at, akvaryumdasın.
Can'la beraber epeyce balık seyrettik. Neşe siyah beyaz bir yılan da görmüş ama ben göremedim.



Deniz dibi gerçekten çok canlıydı, rengarenk mercanlar, balıkların yanı sıra ne olduğunu bilmediğimiz envai çeşit deniz canlısı da vardı.




En sonunda paraya kıyıp Sumatra'da Dave'in tavsiye ettiği tropik balıklar kitabını alacağım. Plajın yanına paketmiş kamyon restoranlardan tavuklu pilav (90r), pomfrit(65r) börek(20r) alarak odaya döndük.



Akşam yemeğiniz ifa ettik. Yemekler lezzetsizdi.



Yemekten sonra tekrar dışarı çıktık, sahilde yürüdük. Kıyıda Eden villas diye lüks bir otelin önünde oturduk mehtabı seyrettik. Odaya dönerken Spar'a uğrayıp passion fruit suyu aldık, malibu ile götürdük, kitap okuyarak keyif çattık.

Mauritius'ta İzmir yemişleri


Sabah yine Spar'dan alınmış baton ekmek, domates ve sosilerle kaldığımız apartmanın bahçesindeki kamelyada kahvaltı ettik.



Masumiyet müzesi hızlı gidiyor, tatile yetmeyecek diye yavaş okumaya çalışıyorum, çok etkileyici.
Hava çok sıcak buram buram terliyoruz.
Can bahçedeki hindistan cevizlerinden birini koparmak istedi, izin verdim.



Suyunu içtik, içinden pek et çıkmadı.



Kahvaltıdan sonra plaja gittik, öğlene kadar yüzdük kitap okuduk. Ben Spar'da internete girdim, Lychee denen meyvenin suyunu ve soğuk su aldım. Bu meyvenin tam zamanı olacak ki her köşede satılıyor. Dışı sert pütürlü bir kabuk, içinden soyulmuş üzüm-greyfurt karışımı güzel bir meyve çıkıyor.



Fiyatı değişmekle birlikte oldukça pahalı kimi yerlerde kilosu 300-400 rupiye (8-10 euro) kadar satılıyor.



Plaja dönerken yolda Neşe ve Can ile karşılaştık. Yağmur çiselemeye başlamış, odaya dönüyorlarmış. Can şnorkelini kaybetmiş. Artık onu Mauritiuslu bir çocuk kullanır dedik.



Odada biraz bekledik yağmur artınca Neşe'nin fikriyle 18 kilometre uzaklıktaki başkent Port Louis'e gitmeye karar verdik.



Şehre 5 km kala trafik tıkandı, adım adım ilerleyerek merkeze geldik.
Otopark fiyatlarını bilmediğimizden arabayı kiralayan çocuğun öğrettiği, park yasağını gösteren sarı çizgiler dışında bir sokak arası bulup arabayı park ettik.



Merkezdeki çarşı pazarı gezdik, sokak yiyeceklerinden yedik.
Can bu muhallebileri çok beğendi (5r)



Birer Mauritius tişörtü (3 tanesi 400r=9 euro), buzdolabı magneti (30r) aldık.
Port Louis ufacık bir başkent.



Ara sokakları, çarşıları Güney Hindistan'a, Sri Lanka'ya benziyor.



Kapalı bir pazar yerini gezdik, üst katında turistik hediyelikler satılıyordu.



Yürürken otopark fiyatlarını da gördüm, iki saati 25 rupiymiş.
Waterfront denen sahildeki sosyetik yere gittik.
Lüks mağazalar alışveriş merkezleri kafeler falan var.



Bir birahaneye oturduk, bira(75) patates (65) yedik.
Hesap isteyince 160 rupi yazan yazar kasa fişi getirdiler. Bu yanlış dedim.
Kız fişin üzerine tükenmezle ufacık yazılmış 304 yazısını gösterdi.
Böyle hesap mı olur diye geri verdim, düzeltip tekrar fiş kestiler 260'a düştü. Kör gözüm parmağına hem turisti, hem patronu kazıklayalım olayını da ilk defa gördüm.



Hava kararmadan yola düştük. Güneye doğru yol açıktı ama bu sefer de yağış o kadar hızlıydı ki yolu görmekte zorlandığımdan çok yavaş döndük.
Arabayı otele bıratıktan sonra akşam yemeği için, bir önceki set menü faciasından sonra her fiyat bana ucuz geleceğinden merkezdeki lüks Çin lokantasına gittik. Neşe mine noodles (noodle denen bir çeşit makarnanın çeşitli kalınlıklarının farklı adları varmış. Mine en ince olanı), Can sebzeli tavuk, ben de beef sizzler söyledik.
Masaya gelen aperatifleri hemen süpürdük ama yemeğin gelmesi 50 dakika sürdü.



Allah'tan ayakta, masaların arasında dolaşarak müzik yapan güzel bir abi vardı, Bob Dylan falan çalıyordu. Bizden başka kimse alkışlamadığından bol bol bizim masaya çaldı. Can'a penayı tutturdu, o akorları bastı, beraber çaldılar, vakit geçti. Yemekler çok lezzetliydi. Beef sizzler denen yemekte önce masaya çok sıcak bir güveç getiriyorlar, sonra üzerine çiğ soğanları ve pişmiş soslu eti döküyorlar, cızır cızır atraksiyonlu bir şey oluyor.
Hesap 931 rupi tuttu. 1000 rupi koydum, üstünü almayayım diye uzun süre kimse gelip götürmeyince sıkıldım, cebimden tam 931 rupi bozukluk çıkartıp bıraktım, çıktım.
Odaya dönünce herkes yattı, ben odadaki USB'li DVD player ve TV'den Dire Straits dinleyerek Orhan Pamuk'a devam ettim. Kahramanın aşkı beni kastı.

YAZI EPEY UZUN OLDU,
OKUMAKTAN YORULANLAR İÇİN BURASI DAHA ORTASI,
MOLA BÖLGESİ




Sabah yine odada salamlı yumurta ile kahvaltı edip plaja gittik.



Denizde epeyce yüzdüm tam kıyıya dönüyordum ki elime bir şey çarptı.
Baktım daha önceden tanıdığım yamuk yumuk bir balık var o.



(Sonradan öğrendim adı Picasso Balığı'ymış. Trigger fish de deniyormuş. Sanırım yamuk yumuk olduğundan )
Herhalde kazara çarptı dedim önemsemedim ama balık elimin çarpmasından ürkmeden beni incelemeye devam etti. Birden tekrar saldırdı, elimle savuşturdum ve aynen Jaws filmlerinde olduğu gibi Michael Phelbs'ten hızlı bir şekilde, sular saçarak kıyıya doğru yüzmeye başladım.
Psikopat balık peşimden yetişip ayağımdan ısırdı!



Hayatımda bu kadar korkutucu bir deneyim yaşamamıştım:
Kendine yabancı bir ortamdasın (su) ve ev sahibi sana saldırıyor. Saldıran balık da olsun olsun 20-25 santimlik bir şey. Maazallah köpekbalığı saldırsa ne yapacağım bilmiyorum. Bizim dünyaya (kıyıya) çıkınca Neşe'ye olanları anlattım, pek ilgilenmedi, herhalde inanmadı.
Rüya mı gördüm diye ayağımı inceledim, ayak parmağımın yanından bayağı bir parça kaldırmış hayvan.



Odaya dönerken Maurice ile karşılaştık, odayı hemen boşaltıp boşaltamayacağımızı sordu. Daha önce konuştuğumuz gibi 11'de boşaltacağımızı söyledim. Eşyalarımızı toplarken yeni müşteriyi getirdi, dışarda beklediler. Maurice'e balıkları beni ısırdığını söyledim, hiç önemsemedi.
"Küçük balık birşey olmaz" dedi.
Flic Flac'tan çıkmadan daha sonra bulamayız diye Spar'dan Can'a yeni bir şnorkel aldık(120 rupi, ama pek kalitesizmiş hep su aldı)



Tekrar Kuzey'e doğru yola koyulduk. Saat erken olduğundan olsa gerek Port Louis yolu tenhaydı. Bu sefer arabayı Waterfronta bıraktık. Çarşıda bir tur daha gezdik, Chinatown'a gittik.
Kayınpederimin ısmarladığı budama makasını Çinli kadınların işlettiği bir dükkandan aldım. Balık tavuk, keçi pazarlarını gezdik.



Hepsi aynı bahçe içinde yanyana barakalarda yer alıyormuş.
Balık pazarında bir iki kocaman ton parçası dışında hiç balık yoktu.



Neşe kokuya dayanamadığından biz Can'la gezdik.
Bol bol sokak limonatası içtik, hindistan cevizi yedik.



Buradaki sokak limonataları İran'dakilere benziyor. Aynı oradaki gibi akvaryum benzeri bir cam kapta satılıyor ve içinde ufak ufak kırmızı birşeyler yüzüyor(5r).



Can paralı bir parkta oynadı ama buradakiler Türkiye'deki gibi fahiş fiyatlı değildi
(15 r =75 kuruş)



Öğleden sonra Port Louisden çıkıp yola devam ettik.
Kıyıya vardığımız yerde bir akvaryum tabelası vardı. Akvaryumlarda küçük balıklar, büyük tanklarda köpekbalıkları varmış, girişi yine 500 rupi civarındaydı, girmedik.
Buranın bilet fiyatlarında bir anormallik var, yaşamın diğer alanlarındaki fiyatlara uymuyor. Kıyıya çıkınca yol boyu plajlara girip çıkarak ilerlemeye başladık. Troix aux biches adlı plajı beğenince buranın çıkışında yolun karşısındaki evlerin arasına girip kalacak yer sorduk.



Bahçede çalışan yerliler yanlarında çalıştıkları Fransız madamın kiralık odaları olduğunu söyleyip 30 euroya zemin katta basit bir oda gösterdiler. Pek beğenmediğimizi söyleyince bahçeli lüks bir apartmana gittik.



Madam da oradaymış ama tek kelime İngilizce bilmediğiden işçiler aracılığıyla pazarlık yaptık. İkinci gösterdikleri lüks apartman dairesi neredeyse İzmir'deki ev kadardı. İki odası, iki banyosu, salonu, balkonu, tam takım mutfak malzemeleriyle pırıl pırıl bir yerdi.



Fiyatına 55 euro dediler. Bizim bütçemiz 1200 rupi (28 euro) deyince kadın bizi sevmiş olacak ki "Olur, olur" dedi, arabayı garaja çekip çantaları taşıdık.
Kadın ve eşi bize evi tanıttılar, işaret diliyle aşağıda girişteki interneti istediğimiz gibi kullanabileceğimizi söylediler, anahtarları verip gittiler.
Bundan daha uygun ev bulamayacağımızdan kalan zamanımız olan üç günü de burada geçirip etrafı arabayla gezip dönmeye karar verdik.



Gerçekten de apartmanın girişinde paravanla ayrılmış bir bölümde biri dizüstü iki bilgisayar 24 saat açık, internete bağlı olarak ve artık burası nasıl güvenli bir memleketse, tamamen korunmasız bir şekilde duruyor.



Evin hemen yanında ufak bir market de var, fiyatları süpermarketlere göre pahalı olsa da yine de ekmek vs için büyük kolaylık.
Ev iki plajın tam ortasında yer alıyor ve ikisine de 500 metre mesafede.



İlki Troix aux Biches (biz yetersiz Fransızcamızla üç orospu plajı olarak çevirdik ama sonra Google'dan baktım yanılmışız) diğerine nazaran daha küçük, daha turistik.



Mercanları güzel, dalgası, akıntısı yok. Sumatra'da tanışıp aşık olduğum Aslan Balığını burada da gördüm, bir mercanın kovuğuna saklanmıştı. Ne kadar uğraştıysam çıkartamadım.




Psikopat balıkları kollayarak bir saat kadar yüzdüm, sonra kıyıya yakın bir yerde iki tanesine birden rastladım. Buralar bizden sorulur havasında devriye geziyorlardı. Köpeklere davrandığım gibi umursamadan yanlarından geçeyim dedim ama üzerime doğru bir iki pike yapınca arkama baka baka sudan çıktım.



Sudan çıktıktan sonra bile o kadar tedirgindim ki Can arkadan ayağıma dokununca irkildim, zıpladım. Daha sonra Neşe de aynı yerde, aynı iki balığa rastlamış, ona da dayılanmışlar, çok korkmuş.



Plajda ışık güzeldi, bir sürü de konu mankeni kız vardı, ama hafıza kartım doldu.



Kardeşim Tayfun'un 2 Gblık kartını yanıma yedek almıştım.
Kartı değiştirdim, makine kartı tanımadı.
Yola çıkmadan denemediğim gibi nasıl olsa bol bol kart var diye aktarma kablosu da almamıştım.



Odaya dönünce ev sahibesine sordum, kart okuyucusu yokmuş (ya da anlamadı).
Mecburen bu bölgenin merkezi olan 12 km uzaktaki Grand Bai'ye gittik. Super U adlı hipermarkette kartı boşaltmak 100 rupi (5 lira) tuttu.
Biraz alışveriş yaptık, kahvaltı için bacon, yumurta, Can'a binbir çeşit aromalı gazoz, kendime de yerel bir şekerkamışı romu aldım.



Fiyatı çok ucuzdu ama pek berbat birşeydi. Marketten çıkınca hava kararmaya başlamış, yağmur çiseliyordu. Ufak bir aile lokantasına oturduk, yumurtlı sebzeli noodle (80 r), bira (50r) söyledik.
Fiyatları makul lezzeti iyyidi.



Bu arada yağmur iyice bastırdı. Dinemesinden ümidi kesince koşarak arabaya bindik, eve kadar olan yolu silecekler yağmurun hızına yetişmeye çalışırken karanlıkta korka korka döndük. Arabayı garaja çektim, bir de baktım, içinde paramızın bir kısmı da bulunan sırt çantası yok!Grand Bai'de restoranda unutmuşuz.



Allah'tan tam aile işletmesi bir yerdi ve şiddetli sağanaktan sokakta adam kalmadığından kapatmak üzereydiler. Aynı yolu, aynı yağmur altında, içimden 'soldan, soldan' diye tekrarlayarak (normalde sağa geçtiğimde Neşe uyarıyor) döndüm. Garson ve aşçı olan kadın beni görünce arka tarafta oturdukları yerden çantayı getirdi verdi. Çantayı bulmanın sevinci ile arabaya bindim yola çıktım, baktım laz fıkrasındaki gibi karşıdan gelen arabalar benim şeridimden geliyor. Bereket, yağış nedeniyle yavaş gidiyorduk, burun buruna gelip durunca aklım başıma geldi sol şeride geçtim, eve sağ salim döndüm. Neşe ile Can erkenden yattı, ben de yerli romumu içerek Orhan Pamuk'un ıstırabına ortak oldum.
Adı rom ama ucuz votkaya benziyor.



Sabah kahvaltıdan önce Troix aux biches'e yüzmeye gittik, hava açık, güneşliydi. Plaj yakın olmasına karşın yol yürümek için çok dar olduğundan arabayla gidip geliyoruz. Odaya dönüp kahvaltı yaptıktan sonra tekrar arabaya binip adanın en tepe noktası Paradise Cove'a kadar çıktık. Yolda Grand Bai'de durduk gezdik.
Burası adanın en turitik kasabası, merkezinde lüks mağazalar ve Super U hipermarketi var.



Merkezde küçük bir plaj da var ama teknelerle dolu.
Yerli gençler plajda futbol oynuyorlardı.



Tepe noktası Paradise Cove'da deniz kıyısında bir kilise vardı. Geri dönerken Pereybere adlı küçük köyde durduk.
Buranın plajında iki saat kadar yüzdük. Fena değildi.



Tekrar arabaya binip bir kaç kilometre ilerdeki Cuvette koyuna girdik.
Arabayı ağaçların altına parkettik.



Büfeden patates kızartması (75), soyulmuş ananas(35), tanesi 5 rupiden bolca samosa(sebzeli muska böreği)aldık.



Can tatilde bol bol patates kızartması yedi, ama yine doymadı.



Cuvette plajı çok hoşumuza gitti.



Gerçekten küvet gibi küçücük sevimli bir koy, genelde yaşlı turistler var.
Biraz göz zevkini bozuyorlar.



Deniz akıntı nedeniyle bulanıktı, pek balık yoktu. Yandaki koya doğru yüzerken yarım metrelik bir Barracuda gördüm. Korktum ama benimle hiç ilgilenmedi.
Can da bugün epeyce kum oynadı, çok mutlu.



Mektup yazarken hep çok mutluyuz diye başlıyor.



Kumdan bombalar yaptı, içlerine yaprak koydu. Yemek olarak ne istersin diye sorunca
"Tavuk pilav dışında ne olursa" dedi.



Odaya dönünce baton ekmek içine sosisli sandviçler yaptık, balkonda yedik.



Neşe televizyonda hint filmi izledi, ben kitap okudum.
Mauritius'ta havada üç yerel kanal var. Biri Fransızca, biri İngilizce, biri de Hintçe.
Gece uyku tutmadı, sivrisinek de vardı. Sabah erkenden kalktım evimize yakın öbür taraftaki sahile, Mon Choicy plajına gidip 1,5 saat yürüdüm.



Burası diğer plaja göre daha büyük ve yerlilerce daha popüler.
Bir adam gözümün önünde serpme ağla 2-3 kiloluk bir kefali yakaladı, kuyruğundan tutup gitti.



Kumsalda denizin bittiği yerde yerli kadınlar ellerinde pet şişelerle birşeyler topluyorlardı. Yanlarına gittim ne topluyorsunuz dedim.
Küçük, ama çok küçük kum midyeleri topluyorlarmış, çorba yapacaklarmış.



"Ne deniyor bunlara?" deiye sordum.
'Tektek' deniyormuş.
Eve dönerken yanımdan motosikletli çapatici geçti, bir duvarın üğstündeki çocuklar el ettiler, durdu. Çocukların bozuk paralarını aldı, onlara birer tane sardı.



Benim de hoşuma gitti, kahvaltı için üç tane sardırdım (7 r)
Çapati, ufak sıcak yağlı bir yufka. arasına tatlı kaşığı ile hızlı hızlı az miktarda bakla ezmesi ve acı sos sürüyorlar, oluyor Hint usulü fast food.
Eve dönünce Can ile Neşe'yi uyanmış, acıkmış, beni balkonda bekler buldum.



Bugün Kurban Bayramı, biz de bayramlaştık.
Can'a 10 rupi bayram harçlığı verdim.




Neşe ile Can kahvaltıda çapatiye sıcak bakmayınca iki tanesini ben yeme zorunda kaldım, çok ağır geldi, uyku bastırdı.



Neşe Can'a ders çalıştırırken biraz uyudum.
Kahvaltıdan sonra Mon Choicy'e gittik, plajın köşesinde nispeten ağaçların gölgesine yerleştik.



Etrafta pek turist yok, yerliler de plajın ortasındaki otobüs durağı ve seyyar lokantaların bulunduğu bölgede toplanmışlar.



Buralılar kadar gevşek halk görmedim. Bütün gün plajda yan gelip yatıyorlar. Üç beş aile bir arada piknik yapıyor, çocuklar oynuyor. 10 kişilik bir yetişkin grubunun önünde belki 30 çocuk denizde oynuyordu.



Hiç sinirlenmiyorlar, trafikte yavaş gidiyorlar, fotoğraf çekmek için durunca arkadan korna çalmıyorlar. Güler yüzlü, iyi huylular.



Mauritius'u çok sevmeye başladık. Her yerin yemyeşil olması, yollardaki kocaman rengarenk çiçekli ağaçlar insanın gözünü gönlünü açıyor.



Plajda yatarken epeydir orada yaşadıkları belli bir Fransız çift de önümüde tektek toplamaya başlayınca gidip nasıl pişirdiklerini sordum. Soğanlı domatesli sarımsaklı çorbasını yapıp pilavla yiyorlarmış, çok güzel oluyormuş. Biz de pişirip yiyelim dedim. Neşe üşendi ama Can'ın da benim tarafımı tutmasıyla toplamaya başladık.



Denizin ıslatıtığı kumu elinle tersyüz edince içinden bir sürü ufak midye çıkıyor. Hepsi hızlı hızlı kumun içine doğru saklanmaya çalışırken tektek topluyorsun. Anladığım kadarıyla bu plaja özgü bir canlı, başka yerde toplayan görmedik. Üç kişi bir iki saat midye topladıktan sora yemek yapacak kadar olduğuna karar verdik, bu arada hepimiz kuvetli güneşte istakoz gibi yandık.



Akşamüstü yemeklik malzeme almak için tekrar Super U'ya gittik. Soğan, sarımsak, domates (70 r/kg) aldık. Pilav için pirinçlere baktık. Buranın ana gıdası olduğundan en küçük paket2,5 kiloluktu. 5 kilodan 20 kiloya kadar çeşit çeşit pirinçler vardı. Biz ince uzun Tayland pirinci aldık(2.5 kilosu 3,5 lira, artanını İzmir'e getirdik). Ayrıca Pakistan malı Basmati pirinçleri de vardı, kilosu 2 liraydı. Eve dönüp biraz uyuduk, özellikle Can ile Neşe çok yandılar.
Can sırtım acıyacak mı diye panik yaptı.



Son akşamımız olduğundan dinlenince tekrar çıkıp Troix aux Biches'e gittik. Güneş iyice batana kadar sudan çıkmadık. Son akşamlarda deniz hep daha tatlı oluyor.
Türkiye'de soğuğa döneceğimizi düşündükçe mi öyle geliyor bilmiyorum, insanın canı sudan çıkmak istemiyor.



Can kumsala, elbette yeni öğrendiği el yazısıyla 'elveda Maritus' yazı.



Odaya dönünce midyeleri iyice yıkayıp kumlarından arındırdıktan sonra salçalı sarımsaklı yemeği yaptım, yanına da uçak tereyağlarıyla güzel bir pilav kondurduk.
Midyeler pişerken açıldı, bazıları kabuğundan da ayrıldı. Yemesi biraz zahmetliydi ama lezzeti çok güzeldi. Soğudukça midyelerin tadı daha da ortaya çıktı.
Yavaş yemek yemekte zorlananlar için birebir bir yemek.



Bir tabak yemesi en az yarım saat sürüyor.
Başta yemeğe en muhalif olan Neşe tencerenin dibini sıyırdı.



Ev sahipleri evi teslim ederken para istememişlerdi. Nerede oturduklarını da bilmiyordum. sora sora buldum, üst kattaymışlar. Odanın üç günlük kirası olan 3600 rupiyi verdim vedalaştım.
Gece ben de Hint filmi izledim. Alişan'a benzeyen bir artist vardı. Haylaz bir kumarbaz rolündeydi, hoşlandığı kızın beğendiği elmas yüzüğü almak için vitrini yumrukla kırdı, polisler geldi, elbette yüzüğü de kıza vermediler.
Sabah elimizde kalan yiyecekler (az ementhal peyniri, üç yumurta, bir bayat çapati) ile kahvaltı ettik.



Havaalanına gitmek üzere saat 10'da yola çıktık.



Biz kıyı kıyı Güneydoğu ucundaki havaalanından, en Kuzeydeki Grand Bai'ye kadar batı kıyısından 300 km yaparak çıkmıştık.



Şimdi adayı ortadan bölen Kuzey'i Güney'e bağlayan, Mauritius'un medar-ı iftiharı ve tek otoyolundan 80 kilometre katederek Güneydoğu ucundaki havaalanına döneceğiz.
Uçağımız akşamüstü olduğundan bugünü de yolda geze geze geçirmeye karar verdik.



Bilinçli birer ebeveyn olarak çocuğumuzu en azından bir park müze vs yi gezdirmemiz gerektiğini düşünerek broşürlerde fotoğraflarını gördüğümüz, yolumuz üzerindeki SSR botanik parkına gittik.



Güzel bir sürpriz olarak buraya giriş kişi başı 100 rupiymiş. 5 yaşından büyüklere tam bilet alınıyormuş. Biletçi Can'a bakarak
"Kaç yaşında?" dedi
"Beş" dedim
Alıcı gözle bir baktıktan sonra "Beş yaşına göre çok uzun" dedi, üç bilet kesti.



Burası 1700'lerde inşaa edilmiş Güney yarım kürenin en eski botanik bahçesiymiş.



SSR de buranın kurucu lideri Sir Seewoosagur Ramgoolam'ın baş harfleri.
Havaalanının adı da Sir Seewoosagur Ramgoolam Airport
(Bu ismi kopyala yapıştır tekniğiyle yazdığımı tahmin etmişsinizdir)



"Hemen sinirlenme şeker kardeşim, dur bir dinle" temalı bu heykeli Port Louis Waterfront'ta yer alıyor.



Park bizim İzmir fuarına benziyor, bol miktarda nebatatın yanı sıra dev kaplumbağaların barındığı bir kulübe de Can'ın çok ilgisini çekti.



Buranın esas atraksiyonu Mauritius diye aratınca hemen çıkan nilüferler.



Antik bir havuzun içindeki nilüferleri epeyce inceledik, elledik, fotoğraf çekildik.



Siniye benziyor ama çok yumuşak, dış tarafları da dikenli gibi.



Aslında bildiğin yaprak!



Nilüfer havuzunun yanında ölü bir yarasa gördük. Canlıları fırfır uçup durduklarından daha önce hiç yakından yarasa görmemiştim.



Kafası ayıya benziyordu, kanatları kadife gibiydi ve açılınca çok görkemli oluyordu. Pençeleri ise sivri ve korkunçtu.



Ayrıca lotus çiçeklerinin bulunduğu kocaman bir havuz daha vardı.



1.5 saatte parkı gezip bitirdik, yola devam ettik. meşhur otoban başta bir gidiş bir gelişti, sonra iki, Güneye indikçe üçer şeride çıktı.



Uçağa daha epeyce saat olduğunda Doğu kıyısındaki Moka şehrine gidelim diye otobandan çıktık, ama biraz sonra trafik tıkandı. Biraz bekleyip açılmayınca U dönüşü ile tekrar otobana çıkıp Mahebourg'a kadar indik. Ben doğu kıyısını çok merak ettiğimden bu sefer Güney'den Kuzey'e doğru kıyıdan ilerledik. Rehber kitaplarda bu tarafın çok ıssız olduğu yazıyor. Gerçekten de bir iki köy dışında bir şey yoktu. Deniz de dalgalı sığ ve çamurluydu. 20 km kadar gidip yemek yiyecek bir yer bulamayınca geri döndük. Mahébourg şehir merkezine arabayı park ettik. Arabayı teslim alacak adama Mon Choicy'den telefon ettiğimde kendisinin havaalanına gelmesinin zor olacağını bu nedenle Mahebourg'da buluşursak bizi havaalanına bırakacağını söylemiş, saat 4'te arabayı kiraladığımız Otel Orient'de buluşmak üzere sözleşmiştik.
Uçak saat 6 40 taydı. Şehir merkezinde cebimizde kalan 900 rupi ile güzel bir yemek yiyelim dedik ama açık iyi bir restoran bulamadık. Neşe'nin açılığı ve ısrarıyla KFC'ye girdik. Tavuk kanadı hamburger falan yedik, iğrençti, üstelik 300 rupi tuttu.



Pazar yerini dolaştık, 100 rupiye bir Mauritius bezi aldık, kalan parayı da çarçur edeceğime bir hafta önce euro bozdurduğum bakkala gidip 10 euroya bütünlettim, bozduğu kurdan bütünledi, neden para bozduğunu anlayamadım. Kalan bozukluklarla da aynı bakkaldan pembe boyalı hint şekerlemeleri aldık. Otele geldik 15 dakika bekledik gelen giden olmadı. Bana verdikleri telefonu aradım açan olmadı. Resepsiyoncuya sözleşmedeki adresi gösterdim nerede olduğunu sordum, bilmiyormuş. Uçak saati yaklaştığından sıkıntı oldu. Arabaya atlayıp polis karakoluna gittim, polisler de adresi bilemediler. Numarayı tekrar aradık, bu sefer birisi cevap verdi, yarım saat sonra arabayı teslim alacak oğlan altında bir otobüsle karakolun önüne geldi, kendisini takip etmemi söyledi. Önce otobüsteki yolcuları indirdik. Sonra otobüsü garaja bıraktık. Sonra cep telefonunu otobüste unuttuğundan geri dönüp aldık, havaalanı yoluna çıktık. Havaalanına gelince bizi terminalin önünde indirebilmek için 50 rupi otopark parası ödememiz gerektiğiniz söyledi.



Bizde 5 rupi bile olmadığından çantaları sırtlandık, biraz yürüyerek terminale ulaştık.



Uçak vaktıinde kalkabilseydi Mauritius'u havadan görecektik ama rötar yapınca hava karardı. Yolda 6 Jack Daniels içtim, üç tane de çantama attım. Gece 1 15 te Dubai'ye indik, 2'de havaalanından çıktık. Yeşil pasaporta vize yok. (mavi için 50 dolar)
Otelin servisi hemen kapının dışında, taksi duraklarının yanında bekliyormuş.



2 15 te otelde, 2 30'da yataktaydık.
Emirates'in oteli havaalanına 1 km kadar uzaklıkta, şehir dışında.
Geçen yıl havaalanı otelleri kategorisinde ödül kazanmış.
İçi şatafatlı olsa da sıradan bir oteldi.



Odaların balkonu yoktu, camı açılmıyordu. Ayrıca en geç sabah 9'da çıkılması gerekiyormuş.
Can uçaktaki eğlencenin etkisi ile o kadar eksite oldu ki saat 2 ye kadar gözünü kırpmadı, otele kadar hoplayıp zıplayarak geldi. Sabah 7'de de sorun yaratmadan uyandı.



Oteldeki kahvaltı salonuna gittik, siz havalanında edeceksiniz dediler, içeri almadılar.
Kapının önünden ücretsiz servise binip havaalanına döndük, Emirates lokantasında yine omletli fasülyeli patates kızartmalı kahvaltıyı ettik.



Dubai'den babalarımıza hediye arak (rakı) aldık.



Duty Free'de vakit öldürdük.



Ben de son yaşadığım deneyimler ışığında 4Gb lık hızlı, adaptörlü bir produo kart aldım (30USD).
Dönüş uçağı biraz daha küçüktü.



Sorunsuzca İstanbul'a indik. her zamankli gibi iç hatlar terminalinde bezgin bir şekilde gazete okuyarak İzmir uçağını bekledik.



Uçak geldi, evmize döndük.



Mauritius sakin yeşil güzel bir ada.
Ailecek tatil yapmak isteyenler için çok uygun, tavsiye ederiz.


Kitap: Masumiyet Müzesi, Malta Şahini
Müzik: Dire Straits, Chico Buarque
Bütçe:

Uçak bileti (3kişi): 1140 euro
9 gün harcama: 550 euro
Kişi başı günlük maliyet:130 lira

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder