Birkaç arkadaşla sabahtan kalktık, kaldığımız hostele yakın otobüs durağına gittik. Buradan Malezya’da, yarımadanın güneyindeki Johor Bahru kentine gitmek mümkün. Bu kentten de Kuala Lumpur’a otobüs bulmak kolaymış. Fiyatlarda Singapur’dan alacağınız direk biletin yarı parasına geliyor. Johor Bahru Bileti 2,5 Singapur doları gibi bir rakam. Yalnız biz bir ayrıntıyı atlamışız, bayram tatilinde yola çıkmışız. Durakta bir baktık sıranın sonu yok. İpini koparan (biz dahil) Malezya’ya gitmeye çalışıyor. Bir ingiliz, bir alman, bir ispanyol bir de ben girdik sıraya. Biraz ilerleyince anladık ki biz yanlış sıradayız. Diğer sıra daha çabuk giden ekspres otobüslerin sırası. Uyanık İspanyol kızla alman eleman hafiften geçişi yaptılar öbür sıraya. İngiliz ve benden oluşan odun ekip paldır küldür dalmaya çalışınca bilinçli bir Singapurlu bayan işimize taş koydu. Burası farklı bir sıra bayım, geçiş yok maalesef dedi. Biz de mecburen “oooh, kusura bakmayın” dedik. Sonra ingilizle biraz safa yatıp napsak diye tartıştık. Mecburen öbür sıranın arkasına geçip tekrar beklemeye koyulduk. Ama sıra çabuk ilerledi. Benim derdim İspanyol kızın bir önceki akşam pişirdiği İspanyol omletinin kalanlarının kahvaltı olarak mideye indirilmesiydi açıkçası. Kız poşete koyup gelmişti sabahtan. Ama onları kaybettik. Aç aç bindik otobüse. Çıkışa gelince indik otobüsten, çıkış damgasını vurdurduk. Sonra tekrar otobüs sırasına girdik. Baktık bizim arkadaşlar sırada ilerdeler. Bu sefer yumuşak geçişle yanlarına kaydık. Omlete kavuştuğum için mutlu oldum. Otobüse atladık, Malezya sınır kapısında tekrar inip binaya girdik. Buradaki binada konser salonu gibi bir yer. Kocaman ve modern. Uzun bekleyişten sonra 90 günlük girişimizi alıp bir daha otobüs.Bu sefer İspanyol kız tam kayboldu. Sıraya önceden girmişti. Omletle birlikte sırra kadem bastı. Hala da açım. Trafikle cebelleşip Otogara vardık. Bir yemek, sonra Efendi adlı garın efendisi arkadaşla biraz geyik ve sıkı pazarlıktan sonra 27 Ringgit’e (1$ = 3,2 Ringgit civarıydı yanlış hatırlamıyorsam) kıyak bir otobüsten bilet aldık. Dört saatlik rahat yolculuktan sonra Puduraya otogarına vardık. Burası şehrin göbeğinde. Chinatown beş dakika, Golden Triangle adlı bölgedeki Guesthouselara 10 dakika yürüyüş mesafesinde.
İlk önce arkadaşların bize tavsiye ettikleri Dragon Inn adlı guesthouse baktık. Eski bir sinema olan bu binanın yatakhanesi hastaneyi andırıyordu. Sevmedik, çıktık. Sonra Alaattin’in cini kılıklı, uzun boylu, iki kulağı küpeli bir vatandaş makul bir fiyata oda var deyince düştük peşine. Basit bir oda gösterdi, adam başı 15 ringgit olunca ve yorgun olunca kabul ettik ilk gece için.
Sonra sokağa çıkıp yemek yedik. Alman çocuk içki içmiyormuş. Garip geldi. İçmeyen alman. Hayra alamet değil. İngiliz ve ben hafif bir tebessümle baktık şanssız çocuğa. Yemekte bir bira kırışmıştık İngilizle. Sonra yine Singapur’da ki arkadaşların tavsiyesine uyup Reggae Bar’a bakalım dedik. Alman gitti yattı, biz de gittik bara. Burdan sonra yalan yok, bira viskiden pahalı olunca ve viskiyi de cömertçe katıverince arkadaşlar bardağımıza, viski kolaya dadandık. İki de komik hollandalı kız vardı. Muhabbet ettik biraz. Saat sabah üç gibi bizi bardan attılar. Attılar derken, bar kapandı, yanlış anlaşılmasın. Baktık ingiliz arkadaş kaybolmuş. Ben de kızlarla 1-2 bira daha içtim sokaktaki mekanlardan birinde. Sonra otele gittim. Sabah olunca duydum ki bizim ingiliz arkadaş otele giriş kodunu (bize kağıda yazıp vermişlerdi, kağıt bendeydi, kağıdı bulamasam ben de giremiyordum) hatırlayamadığı için sokakta uyuyakalmış. Birileri görüp otele haber vermiş de kapıyı açmışlar. Ben türk olduğum için bana birşey olmadı ama. Sonraki gün daha iyi bir yere gidip yerleştik. Bedz Kuala Lumpur isimli mekan azıcık pahalı olsa da (30 ringgit) baya güzel Hostel. Kullanıma açık mutfak, free wi-fi vs. var. Oldukça temiz ve çok acaip duşları var. Duvardan değil tavandan şelale gibi geliyor vallaha su. Hem de sıcak. Burada da iki İrlandalı kız vardı. İngiliz arkadaş, ben ve iki İrlandalı yine Reggae Bar’a gittik. Birkaç viski kola içtiğimi itiraf etmeliyim sanırım. Yine bar kapanana kadar ordaydık. Uzun lafın kısası iki günü böyle yedim. Singapur’da pahalılıktan hiçbir yere gidemeyince acısı Malezya’da çıktı.
Tam anlamıyla doğru mevsim olmadığı için Kuala Lumpur’da hava hep kapalıydı. Ara ara yağmur yağdı. Ama hava hiç açmadı. Petronas Kulelerine çıkmaya niyetlendim. Sabahın kör karanlığında kalkıp sıraya girmek gerekiyordu. Bir iki gün denedim. Kalkamadım. Sonra dedim ki kendi kendime, boşver Petronas Kulelerini, git Kuala Lumpur Kulesine çık (Menara Tower). 270 metreden manzara çok daha baba olur. Sonuçta Petronas’ta tepeye çıkmıyorsun. Aradaki köprüye çıkıyorsun. Hem kulede 360 derece manzara var. 270 metreden şehre daha da hakim olursun. Ben de dolana dolana gittim kuleyi buldum. 38 Ringgit ödedim yanlış hatırlamıyorsam. Yanında bir de şişesi kule şeklinde bir su veriyorlar. Mana veremedim. Kendi suyum olmasına rağmen bu suyu bitirip şişeyi de çöpe salladım. Hatıra diye bir sene yanımda su şişesi gezdirecek halim yok. Asansör bir dakikadan kısa sürede çıkarttı bizi tepeye. Mide kulak bir garip oldu. Kuleden manzara güzel gerçekten. Bir tur atıyorsun her yeri görüyorsun. Ama camlı olmasından dolayı biraz bulanık. Camlar da pırıl pırıl değildi. Güzel fotoğraf çakmeme engel oldu. Uzun uzun bakındım şehre. Oturdum biraz da insanlara baktım. Sonra bir arap geldi. Eşiyle bir fotoğraf çekmemi istedi. Hatunun sadece gözleri açıktı. Fotoğrafı napacaksın ki dedim kendi kendime. Ayrıca Petronas kuleleriyle aynı karede olmak istiyordu. İçerisi karanlık, dışarısı aydınlık, dedim güzel çıkmaz. Anlamayınca iki kere bastım düğmeye, verdim makineyi kaçtım. Sonra sıkılıp aşağı indim. Girişte diğer bir iki yere de beleş bilet veriyorlardı. Bunlardan biri de minyatür hayvanat bahçesi. Nedenini tam çözemedim, ama madem beleş gidip bir bakayım dedim. Çoğunluk yılanlardan oluşuyordu. Örümcek, kertenkele, iguana falan vardı. Fena bir yer değil. Sonra adamlardan biri geldi elinde papağanla. Bana vermeye çalıştı papağanı. İstemem dedim, al al diye ısrar etti. Herhalde herkes papağanı tutabilir miyim diye soruyor. Adama anlatamadık papağanı tutmak istemediğimi. Hindistan’da da kobracı zararsız bu al bak diye yılanla peşimden kovalamıştı. Masum papağan kobrayla kıyaslanmaz ama ne lüzumu var ki bu hayvanları mıncıklamanın.
Başka bir gün de gittim şehri turladım. Küçük Cami’ye girdim. Adamın biri koştu geldi. Dedi giriş yok bu saatte (öğlen iki saat kadar giriş yok gayrimüslimlere). Elimi omzuna koydum. Dedim relax brother, elhamdülillah müslümanız. Vay abi dedi, buyur geç, istediğin kadar da fotoğraf çek. Namaz da kılacak mısın diye sordu sonra. Tam alakası var mı yok mu bilemedim ama seferiyim dedim. Anlamadı sanırım. Şimdi biraz işim var, yatsıya gelirim dedim. İnanmadı. Neyse, adama allah razı olsun dedim ve turladım camide biraz. Çıkıp şehir turuna devam ettim. Çıkarken de ellerinde fotoğraf makinesiyle bekleyen bazı beyaz adamlar bana bu nasıl girmiş ki gibilerinden baktılar. Muhattap olmadım. Yanlış dine mensup olduklarını, bunun cezasını zaten cehennemde çekeceklerini anlatmak, arkadaşları üzmek istemedim. Akabinde Merdeka Meydanı’nda biraz takıldım. Sonra gittim büyük camiye. Mimari bizim bildiğimizden çok değişik tabi. Fotoğraflarda da göreceksiniz. İlginç geldi. Ön tarafta büyük giriş olduğunu çıktıktan sonra anladım. Ama arka taraftan girerken de camiye, Selamın Aleyküm brother cümlem görevlinin buyur kardeş demesine ve bana yolu göstermesine yardımcı oldu. Terliği arkada bırakıp biraz kıllandım ama yapacak bir şey yok. Camilerde çalınan pabuç hikayeleri çok yabancı değil bizim millete. Neyse, milletin giremediği, namaz kılınan kubbealtına da aynı şekilde girdim. Kubbe güzeldi. Aslında tam kubbe değil. 18 köşeli köşegen diyelim. Biraz da açık alanda turladım, küçük müslüman kardeşlerimizle şakalaşıp fotofraflarını çektim. Çocuklar her yerde çocuk. Hala temizler. Dil din ırk ıvır zıvır farketmiyor onlara. Biraz şakalaş, azcık soytarılık yap, senden kralı yok.
Camiden sonra da hemen arka taraftaki parklara doğru yürüdüm. Burada bir kuş parkı, devamında kelebek parkı, çiçek bahçesi vs. vs. baya bir yer var. Ben kuş parkına geldiğimde zaten bitap vaziyetteydim. Kaç para dedim bu iş. 42 Ringgitmiş. Yuh dedim.
Ama hemen şöyle bir şey söyleyeyim ara paragrafta. Kuala Lumpur’da çok fazla görecek bir şey yok. Heryerde olduğu gibi bir Little India, bir Chinatown var. İlk gün zaten Chinatown’da kalmıştım. Sokakta kıyamet gibi tezgah var. Ivır zıvır satıyorlar. Kalabalık. En büyük aktivite Petronas kuleleri ve Menara kulesi. Bunlar da benim daha sonra kaldığım şehir merkezindeler. Burada baya yürüme fırsatım oldu. Gayet yüksek ve modern binalar, alışveriş merkezleri bu alana yayılmış durumda. Starbucks, KFC vs. her yerde. Burası da ziyadesiyle batılı bir havada. Bu bölgede sağlam eğlence mekanları da var. Özellikle Beach Bar Club mı ne var. Giriş 30 papel. Ben de paraya kıyıp girmedim. Reggae Bar’da üç tane viski kola içilebilir o paraya. Hem de geceyi kurtarırsın (Araya yine eğlence mekanı bilgisi kattım, farkındayım). Kuala Lumpur’a geri dönersek, dediğim gibi, 2-3 gün kafi bu şehre. Kiminle konuştuysam da onlar da hemfikirdiler. Görecek çok fazla orijinal yer yok. Zaten buradan Malezya’nın diğer noktalarına devam ediyor insanlar çarcabuk.
Kuş parkına döneyim, Kuala Lumpur’da durum böyle olunca 42 papeli verip girmeye karar verdim. Ekstradan bir aktivite ve belki de dehşetengiz kuşlar vardır. Giriş biletini alırken çocuktan sayamaz mısınız diye şaka yaptım (veletlere baya ucuz), anlamadı, kazık kadar adamsın, yaşından utan dedi. Moralim bozuldu. Ben de gidip papağanlarla biraz konuşurum dertleşirim diye düşündüm. Hava yine kapalıydı ve karanlıktı. Ama park güzel. Türlü türlü kuş uçuyor, yürüyor. Ben yarısını ilk defa gördüm. Tavuskuşunu daha önce Gülhane Park’ında görmüştüm zaten Gerçi ben çocukken Gülhane Park’ında 10-15 taneden fazla hayvan yoktu herhalde. Bir ayı (ursus muydu?), birkaç tavuk, bir aslan, bir kartal falan vardı diye hatırlıyorum. Neyse, flamingoları da Miami Vice’dan çıkardım. Sevdiğim kuşlar olan papağanları kafeslemişler. Kızdım. İlerledim. En güzel kuşları fotoğraf bölümü diye açık bir bölüme koymuşlar. Baykuşlar, kartallar, papağanlar. Acaip güzel hayvanlar. Gerçi ayaklarından zincirliler. Ama yapacak bir şey yok. Hoppaaa, bir baktım fotoğraf için 8 ringgit yazmışlar. Yine sinirlendim. Çekmedim fotoğraf falan. Biraz da deve kuşlarına baktım devamında. Sonra çıktım parktan. 42 ringgitime değmediğini farkettim. Öyle dehşetengiz kuşlar da yoktu. Kuala Lumpur’da da nem %98’e sabitlenmiş. İki litre su içip beş litre terledim gün boyunca. Başım dönmüş vaziyette geri döndüm, klimalı hostele attım kendimi.
Sonuçta 5-6 gün harcadım Kuala Lumpur’da. Madem o kadar matah bir yer değildi, ne halt yemeye kaldın diyeceksiniz. Şöyle ki ben biraz rahat adamım, Avustralya’ya gitmeyi planlıyorum 2 haftaya, daha elimde vize yok. Kuala Lumpur’da hallederim demiştim kendi kendime. Öyle kek gibi 2-3 gün git gel yaptım konsolosluğa. Hergün bir şey eksik ben de. Sürekli git gel. Kapıdaki güvenliklerle ahbap oldum. Benim bütün seyahat planını detaylarıyla biliyorlar. Ama asıl vizeyi verecekleri ikna etmek lazım. Sizin orda kalmaya niyetim yok abla diye derdimi anlatmam gerekti bu görevlilere. Daha Güney Amerika var, aha bak bilet burada falan dedim. Aslında bekleme süresi uzun. Ben biraz şirinlik yaptım, çabuk vermezseniz Menara Kule’nizden atlarım diye tehdit ettim. Umarım anlamıştır durumun ehemmiyetini oradaki bayan. Sen şimdi git biraz Malezya’yı gez dedi, biz sana e-mail atacağız dedi. Yapabileceğim tek şey beklemek. Ben de çuvalla parayı verip (allahtan kredi kartı alıyorlardı), başvuru formunu ve evrakları teslim ettim. Sonra da boyundan büyük gitarıyla yola yeni çıkmış Avustralyalı arkadaş Adam’la Cameron Highlands bölgesine doğru yola çıktım. Yüksek ve serin bölge iyi gelir, zihnim açılır diye hesapladım. Çay bahçeleri de varmış. Şöyle bir davşan kanı içerim. Her giden övüyor burayı. Father's Guesthouse da kıyak yermiş diye duyduk. Oradan da Penang’a geçmeyi planlıyorum. Otobüs mü? Bunda da boş yok. Ama öbür yazıya anlatırım artık…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder