Otogara gittik, biraz bilet bakındık. Her kafadan bir ses çıkıyor. Birine soruyorsun, bir dakika diyor, telsizle birşeyler konuşuyor. 35 Ringgit ama hemen kalkacak, yoksa diğer otobüse daha çok var diyor. Biz biraz turlayıp hem ucuz (23 Ringgit) hem de hemen kalkacak otobüs bulduk. Otogar katlı bina. Biz en alt katta otobüslerin kalkacağı yerden bineriz diye hesaplarken, bileti satan kadın beni takip edin dedi. İyi dedik, düştük peşine. Otogardan çıkıp baya bir yürüdük. Sonra bize eliyle biraz ilerideki Hint Lokantasını gösterdi. Aha dedi, oranın önünde bekleyeceksiniz. Beş dakika sonra beyazlı yeşilli otobüs gelip sizi alacak. Yapacak birşey yok, iyi dedik gittik lokantanın önüne. Bekleyen başkaları da var, bir sakatlık çıkmaz herhalde dedik. On dakika sonra tarif edilen renkteki otobüs geldi ama durmadı. Uzaklarda nokta büyüklüğünde görülebilecek hala geldiği zaman sola yanaştı. Bekleyen diğer insanlara ve lokantaya sorduk. Evet, sizin otobüs o dediler. Çantaları sırtlanıp otobüse doğru ilerlemeye başladık. Bir daha hareket eder gibi oldu. Panikledik, ama durdu tekrar. Kan ter içinde vardık. Verdik biletleri. Ben tam sırt çantamla çıkıyordum otobüse, vatandaş tuttu bizim çantayı, yerimde saydım. Yasakmış, bagaja koydum. Antika şöför bize denk geldi tabiki. Varmamız gereken yere az kalmıştı, adam otobüsü araba mezarlığı gibi bir yere çekti, otobüs değiştirdik. Bozuldu mu, yoksa başka bir üçkağıt mı var çözemedik. Tam oradan çıktık gidiyoruz artık derken, çekti sola durdu bir daha. Malezyalı bir genç gitti, kendine yiyecek birşeyler alıp döndü. Kırk kişi bekliyor otobüste. Sonra şöförümüz ev alışverişini de yolda yaptı. 3-4 ayrı yerde durduk, otobüsten inmeden satıcılarla pazarlık etti. Anlaşamayınca yürüdü, anlaşınca satın aldı. Ama sonunda varmayı becerdik Tanah Rata adlı kasabamıza. Gitmeyi planladığımız Father’s Guesthouse da otogarda minibüs bekletiyormuş gelenleri karşılamak için. Atladık minibüse, hem beleş, hem yokuşu da tırmanmadık. Dorm odası 10 Ringgit, Beer Chang 5. Cennet gibi mekan. Kuala Lumpur’un havasından sonra 1400 metre rakım lokum gibi geldi.
Akşam hava baya serinledi. Kaldığımız mekanın da restoran gibi bir bölümü var. Benim avustralyalı arkadaş Adam da isveçli genç bir çiftle tanışmış. Kaynaştık hemen. Adam’ın gitarı vardı. Gitarı eline alan kerkes çalabiliyor. Kıskandım. Ben ıslık çalarken zorlanıyorum. Muhabbet baya koyulaştı. Sonra İngiliz Dan ve Çek eşi Jana da katıldılar. Dan de sanırım vakti zamanında kullandığı uyuşturucuların etkisiyle enterasan boş bir bakışa sahip. Ama dünyadaki en absürd anılar da bu vatandaşta. Hayatının hatırı sayılır bir kısmı gezerek geçmiş. Bol hikayelerle ilk geceyi böyle kapattık. Ertesi gün yürüyüş yapmaya karar verdik.
Cameron Highlands’de bir sürü yürüyüş yolu var trekking severler için. Ben sevmem:) ama yeni pabuçları deneyeyim dedim. Orta zorlukta ki 9A – 9B patikasını keşfetmeye karar verdik. Sabah kahvaltıda roti (Hint hamur işi) yemeye indik şehre. Burada Bir başka muhteşem şahıs olan Liz’le tanıştık. Bizim yediğimiz yerde yardım ediyormuş. Oturdu bizim masaya. Konuşmaya başladık. O anlattıkça bizim ağızlar daha da açıldı. Yaş 76, sene 56’da fransızca öğrenmek için çıkmış evden. Bir daha da geri dönmemiş. 2-3 senede bir annemi görmeye gittim dedi. Siz nerdensiniz diye sordu. Ben türküm dedim. Sene 65’de 3 hafta gezmiş. Arkadaşlar İsveçli olduklarını söyleyince İsveçce konuştu biraz. Hatta onların yaşadıkları kentte de yaşamış zamanında. İsveçli ressam bir sevgilisi varmış. Biz sordukça anlattı. Yedi yıl Hindistan’da, on yıl Endonezya’da, onbeş yıl Avustralya’da, beş yıl Ibiza’da, iki sene Japonya’da yaşamış. Bunlar hatırlayabildiklerim. Afrika’yı gördün mü diye sordum. Land Rover’la 13 ülke gezdik zamanında dedi. Arkadaşlardan biri Güney Amerika dedi. Bir buçuk sene de oralarda gezinmiş. Galapagos’a da donanma gemisiyle gitmiş her nasıl becermişse. Uzun lafın kısası, (fotoğrafını da göreceksiniz flickr’da) Liz bize hayatta hiçbirşey yapmamışız gibi hissettirdi. Söyledik bunu da kendisine. Kaç yaşındasın? 30. Daha önünde 46 yıl var, sen de yaparsın dedi. Yeter ki kendini o boktan şehir hayatının içine sokm??? Bu hatun hala günde üç saat kaldığı otelin köpeklerini falan gezdiriyor. Hayran hayran ayrıldık Liz’in yanından, o köpeklerine gitti, biz ormanımıza yollandık.
Yolda yokuş yukarı engelli koşu yapan okul çocuklarına takıldık biraz. Onları seyrederken ben yoruldum. Sonra bizimle toplu fotoğraf çektirmek istediler. Çektirdik. Devam edip ormana daldık. Orman harikaydı. Salına salına gezdik. Bol bol çiçek böcek fotoğrafları çektik. Biraz ter attık. Dönüşte de sağlam bir tırmanışla bitirdik. Bayılıyorduk neredeyse. Herkes kurt gibi acıktı. Bir önceki akşam yediğimiz Kumar’ın yerine koştuk. Lezzet mükemmel. Dana gibi yedik. Sonra da üç kilo meyve alıp otele döndük. Bol Beer Chang, bol meyve, kalabalık grup, muhabbet ve gitarla akşamı geçirdik. Hava da serin serin, çok güzel. Ertesi gün de bu bölgenin meşhur çay bahçelerinden birini ziyaret etmeye karar verdik masada.
Sabah tarife aynıydı. Liz’in mekanına gidip kahvaltı ettik. Liz’le muhabbet ettik. Gözlerin ne güzel dedim. Eskiden daha güzellerdi dedi, güldü. Sen biraz genç ben de azcık daha yaşlı olsaydım senin peşini bırakmazdım dedim. O da, sen de benden kurtulamazdın dedi. Sonra bir öpücük aldım kendisinden. Liz’le kahvaltıdan sonra otobüse atlayıp Çay bahçesine giden yolun sapağında indik. Hava kapalı, sisli ve puslu idi. Ama yoldaki manzara şahaneydi. Çay bahçeleri o kadar geniş bir alana yayılmış ki, ucu bucağı gözükmüyor. Çay yapraklarını toplayan Endonezyalı işçilerle biraz muhabbet ettim, şakalaştım. Fotoğraflarını çektim. Poh marka ünlü çayı üretip satan firma burada bir de cafe açmış. Cafede demli bir çay götürdüm. Üretim alanını ziyaret edip geri dönüş yoluna koyulduk. Üç saattir yürüyoruz zaten. Otostopa yeltendik. Bir kamyonet bizi azaptan kurtardı. Yokuş yukarı olan yolun sonuna, yani otobüsten indiğimiz sapağa kadar götürdü bizi. Otobüs için dönüş biletimiz vardı fakat otobüsün geleceği yoktu. İlk otostoptan cesaret alıp bir daha denedik. Sonunda bir kamyonet ve bir araba durdu. Beraberlermiş. Kamyonetin arkasına atladık. İçerideki sevimli çocukla şakalaşa şakalaşa yolu bitirdik. İndiğimiz yerde hatıra fotoğrafları çektirdik. Gerçekten çok canayakın bir aileydi. Vedalaşıp Kumar’ın yerine yollandık. Mutton (kuzu), pilav ve sebzelere daldım. Yemekten başım döndü. Dönüşte yine üç kilo meyve alıp ufak bir tepenin üstünde yer alan ve uzaktan Pysco filmindeki evi andıra Father’s Guesthouse’a yollandık. Gitar, muhabbet ve Beer Chang üçlüsünden şaşmadık. Aslında istikamet Penang’dı ama İsveçli dostlar Pangkor adasında Avustralya’da tanıştıkları iki İsveçli arkadaşlarıyla buluşacaklarmış. İyi dedik, biz de geliriz o zaman, acelemiz yok. Zaten bizim vizeden haber de yok. Son akşamdı malum, tanıştığımız insanlarla helalleşip ertesi gün adaya yollanmak üzere gidip uyuduk. Küçük ve sakin bir adaymış. Balık felan da yeriz. Ayağımızı suya sokarız. İyi olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder