Slow Boat...
Chieng Mai’den kuzeydeki şehir Chieng Rai’ye otobüs biletimi aldım. Otobüslerde yaşadığım hayalkırıklıklarını okuyup da üzülen dostlarımı bu sefer sevindirmek için biraz fazladan para ödeyip krallara layık otobüsü seçtim. İstanbul-Ankara çalışan, üç koltuklu VIP otobüslerden hiçbir farkı yoktu. Ben böyle otobüs görmedim desem yeridir. Su ve kek bile verdiler. Çantamdaki suyu daha sonraya saklayabileceğim için daha da sevindim. Kek ise, Saray’ın Tönbek Kek’inin biraz daha iyisiydi. Tatlı tatlı iyi gitti. Yol da rahat geçti.
Bir geceyi Chiang Rai’de geçirdikten sonra ertesi sabah erkenden sınır kasabası olan Chiang Khong’a yola çıktım. İki buçuk saatlik yolculuktan sonra sınıra vardım. Tayland tarafında çıkışımı alıp karşıya geçmek için tekne biletimi aldım. 20 Baht olan biletin üzerinde “2” rakamı keçeli kalemle “4” yapılıyor. Turistlere bilet bir anda 40 Baht oluyor. Nehir olan sınırı geçmek için tek seçeneğiniz olan bu teknelerle pek kavga etmek istemiyorsunuz. Ben de kaderime boyun eğdim. Karşıya vardık. Tekneden zıplayıp, sınır binasına gidip formu doldurdum, Bir ay için 35$ lık vize ücretini verdim, haftasonu olduğu için (zaman meramını kaybetmişim, günü bilmiyordum) 1$ da ekstra ücret aldılar. Sonra bir form daha, damga, çıkışta bir vize kontrolü falan derken bir baktım Laos’tayım.
Benim gideceğim yer Luang Prabang. Buraya otobüsle gitmek mümküm ama en güzel yol nehirden gitmek. Slow Boat denen ve iki günde giden tekneler mevcut (gece nehir kenarında bir kasabada konaklayarak). Bir diğer seçenek de speed boat dedikleri küçük ve oldukça hızlı sürat motorları. Bunlar da 6-7 saatte gidiyorlar yanlış hatırlamıyorsam. İyi macera olur diye düşündüm ama çok tekin olmadıklarını hem okuyup hem duymuştum. Arada bu araçlar sayesinde hakkın rahmetine kavuşanlar bile oluyormuş. Ben şerbetliyim ama ıslanmaması gereken çok malzeme var yanımda. Onlara kıyamayınca slow boat ile gitmekte karar kıldım. Hani erkenden yola çıktım demiştim ya, o kadar erken yola çıkmamışım aslında. Son tekne sabah 11’deymiş. Ben de Laos tarafında ki sınır kasabası Huoay Xhi’de bir gün geçirmek zorunda kaldım. Gezginler burayı sadece geçiş noktası olarak kullandıkları için göreceli olarak biraz pahalı, ve fırsatçı satıcıların olduğu bir kasaba.
Ertesi gün için biletimi ve minderimi aldım. Koltuklar çok rahat değilmiş maalesef, bu yüzden bir dolardan biraz fazla ödeyerek minder edindim. Kanım çok ısındı bu mindere. O kadar para ödediğim için, minderimi bütün seyahatim boyunca yanımda taşıyıp, dönüşte maçlara da bu minderi götürüp, fahiş fiyattan incecik köpükleri satan, memleketin fırsatçılarına bir darbe indirmeyi planlıyorum. Ama bakalım minder dayanacak mı??? Ne diyordum, işlerimi halledip sakin bir gün geçirdim. Birkaç Beer Lao yuvarladım. Akşam oldu acıktım. Otelin sahibinin yeğeni olan genç dostum Ta’ya ne yenir buralarda dedim. Köşede ızgara tavuk yapan yeri gösterdi. Gittim. Zorlansak da anlaşmakta, iricene tavuk parçası 15000 kip, pilav 2000 kip dedi (1$ = 8500 Kip civarı). Biraz laklaktan sonra ikna oldum, ama adama da ızgarada taze pişen tavuğu istediğimi 50 kere kadar söyledim. OK dedi. Pilavımı, sosumu getirdi. Koku harika ama sonra ızgaradaki tavuğu aldı götürdü, yerine tezgahta beklemiş olan soğuk tavuğu getirdi. Dedim öbürünü verecektin. Şeym şeym (same same = aynı aynı) dedi. Ben de not şeym dedim. Sonra duvar suratlı kadın patrona gitti. Geldi, bir şey demeden benim pilavı sosu aldı götürdü. Tam da masadaki Laos’lu dostlarla kaynaşıp, ikram ettikleri lao lao viskisinden beleş bir shot attığım sırada, sahibi saklı hakkını kullanıp bana yemek vermeyi reddetti. Ben de mecburen kalktım. Hem viskiye hem tavuğa yandım, gittim başka yerde soğuk bir yemek buldum yedim. Keşke tavuğu yeseymişim, en azından viski beleşe gelebilirdi. Akabinde akşamı sakin geçirip uyudum.
Ertesi sabah erkenden (bu sefer de fazla erken, çok bekledim…) gidip tekneyi buldum. İnce uzun, iki tarafında tahtadan yapılmış koltukları olan vasıtada yerimi aldım. Sonra bir sürü beyaz adam doluştu içine. Sıkış tepiş olduk. Adamlar teknede herşeyi düşünmüş, fahiş fiyattan Beer Lao bile var. Sonra bir takım beyaz adamlar Beer Lao denen ateş suyuna saldırdı. Ben direndim. Yol uzun, Ganj’dan kurtardık kendimizi, Mekong’a kafa güzelken düşmemek lazım. Altı buçuk saatlik yolculuktan sonra Pak Beng denen kasabaya yanaştık. Ellerinde pankartvari otel bilgileriyle bizi bekleyen satıcılar yanaştı. Ben yürümeye devam ettim. Ucuz bir yer buldum. Bu tür durumlarda, sonunda, pankartla yanaştıkları zaman “git dostum” dediğiniz insanların otelinde son bulunca komik oluyor. Önceden niye artistik yaptın o zaman düdük, der gibi gülümsüyorlar. Ama bu kasabada başıma gelmedi (sanırım!). Burası da sınırdaki kasaba gibi bir gecelik konaklama noktası. Haliyle biraz sevimsiz ve kayda değer bir şey yok.
Sonraki sabah bizi daha küçük bir tekneye bindirdiler. Bir gün önce çok erken gittiğim için bu sabah da geç gideyim dedim. Çok geç gitmişim, çünkü gittiğimde herkes yerini almıştı. Çantayı arkaya bıraktım. Sonra yer aramaya koyuldum. Arka tarafta biraz daha geniş koltuklar var. Yalnız oturan bir kız vardı, çantasını da koltuğa koymuş. Dedim burası müsait mi? Değil, ön tarafa geç gibilerinden bir şey söyledi. Sabah daha afyon patlamamış, kıza bakıp, dilimizde para karşılığı cinsel ilişkiye giren kişi anlamına gelen kelimeyi telaffuz edip ön tarafa yürüdüm. Buralarda tıklım tıklım. Daha da geliyor insanlar. Ben de arkadaki plastik bahçe sandalyelerinden birine geri döndüm. Tam da barın yanı. Yola çıktık, yeterli koltuk ta yok, herkes arkadaki boşlukta toplandı. Mavi dolmuşlar gibi oldu burası. Uzatmayayım, sekiz saatlik yolculuktan sonra Luang Prabang şehrine ulaştık. Ama teknenin kalabalığından ne adam gibi fotoğraf çekebildim, ne de yayılıp rahat edebildim. Herşeye rağmen iyiki de tekneye binmişim. Yemyeşil doğanın içinde tekneyle süzülerek yol almak oldukça keyif verici. Yorucu da olsa değdi. O yorgunlukla tam anlayamadıysam da Luang Prabang çok sevimli ve huzur bir dolu şehre benziyor. Biraz daha inceleyeyim, hemen paylaşacağım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder