Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

20 Ağustos 2009 Perşembe

ENDONEZYA II





Çıkan kısmın özeti: Singapur'dan Endonezya'nın Sumatra Adası'na gitmek için geceden aradaki Batam adasına geçtik.



Sabah 7 de Batam'daki otelde uyandık .
Saat 9'u bekleyip acenteler açılınca uçak bileti bakarsak, 8 deki son tekneyi kaçırıp hele bir de uygun uçak yoksa bu cenabet adada bir gün daha kalacaktık.
Ne yapsak diye kararsız, yavaş hazırlandığımızdan otelden çıkışımız 7:30’u buldu. En sonunda ben deniz yolculuğunun bize iyi geleceğine karar verip hadi tekneyle gidelim dedim.
Levent her zamanki gibi hiç itiraz etmedi.



Bir taksi çevirip “Çek iskeleye” dedik, ama sabah trafiğini hesap etmemişiz. Şöföre Sumatra feribotuna yetişeceğimizi söyleyip fazladan para vaadedince tarlalardan bile geçti ama yine de iskeleye varışımız 8:05 'i buldu.
Değnekçiler Sumatra’ya son feribotun kalkmak üzere olduğunu söyleyerek taksinin bagajından çantaları kaptıkları gibi koşturmaya başladılar.



Yakalayıp çantamı geri aldım, bilet gişelerine gittim. Gişedeki adam bizim gitmek istediğimiz Padang’a giden feribotun kalktığını, bugün için Sumatra’da sadece Dumai diye hiç duymadığımız bir kente giden feribotun kaldığını, onun da kalkmak üzere olduğunu, hemen karar vermemizi söyledi.

Adam başı 250 000+50 000 de sormaveriskelevergisi ödeyerek biletleri aldık (kişi başı 20 Euro),
Değnekçiler yine çantaları kapıp koşurmaya başladılar, biz de peşlerinden,



"Hele bir Sumatra’ya geçelim de gerisi kolay" diye düşünerek, nerede olduğunu bile bilmediğimiz Dumai’ye giden feribota bindik, üst güverteye yerleştik. Değnekçilerin alelacele iki arada bir derede söylediklerine göre yolculuk 2 saat sürecekmiş.
Henüz kahvaltı etmemiş olmamıza rağmen inince ederiz diye düşünüp açlığı sorun etmedik, çay-kahve içerek etrafı seyrettik.



Tekne bazı iskelelere yanaşıp yolcu aldıysa da, 3 saat geçip bir türlü Dumai’ye varmayınca İngilizce bilen kantinciye daha ne kadar yolumuz kaldığını sordum.
“Bir saat rötarımız var, saat 3 gibi varırız” dedi. Meğer benim koşarken değnekçilerin laflarından anladığım iki, yolculuk süresi değil, varış saatimizmiş! Yol normalde 6, rötarla 7 saat sürecekmiş!



Uğradığımız iskelelerden birinden binen bir çift, çocuklarından ayrıldıkları için önce epeyce ağladılar.



Ben de Levent'in Singapur'dan yeni aldığı 200 mm objektifini deneme fırsatı buldum



Zaman ilerledikçe neşelendiler



Kantinde satılan tek gıda maddesinden; sıcak su eklenince noodle olan hızlı çorbalardan birer tane alıp, üst güvertede kızarmakta olan Levent’e yeni haberlerle birlikte verdim.



Aç, susuz, uykusuz, hayatından bezmiş olduğundan olumlu ya da olumsuz bir tepki vermedi. Yolculuk kararını ben verdiğimden onun bu mahsun halleri bana daha çok dokunuyor.



Kantinciye tekrar gidip yemek sordum. Ne yemek istiyorsak bir dahaki iskeleye sipariş verebileceğini söyledi, iki pilav istedim, cep telefonu ile sipariş verdi. 1 saat sonra vardığımız iskelede pilav tavuk, acı sos, ve birer muzdan oluşan kutu içindeki yemeklerimiz geldi(20 000).



İskeleden tekneye atlayan seyyarlar aynı yemeğin biraz daha kalitesizini 10 000 ‘e satıyorlardı.
Teknedeki son saatlerimizi alt güvertede uyuklayıp karate filmi seyrederek geçirdiysek de ikimiz de üst güvertede istakoz gibi kızardık.



Gerçekten de öğleden sonra 3 gibi Dumai iskelesine indik.
İskele çıkışında bizi kendi dolmuşlarına çekmeye çalışan mahşeri bir değnekçi ordusu karşıladı. Sağımı solumu çekiştirenlere sağlam bir bağırınca uzaklaştılar.
Gideceğimiz Padang daha Güney'de kaldığından (Yakın noktaya giden sabahki feribotu 5 dakika ile kaçırdığımızdan) Kuzey'den dolaşarak kulağımızı tersten göstermiş gibi olduk.
Ben bu kadar uzun yolculuktan ve yorgunluktan sonra burada kalırız, nasıl olsa deniz kıyısı değil mi, yüzeriz diye düşünüyordum ama öyle de değilmiş.
Bulunduğumuz, Melaka yarımadasına (Malezya’ya) bakan Doğu kıyısı, endüstriyel atıklarla kirlenmiş, çamur gibi bir denize sahip. Şimdi adanın kısa eksenini kara yolu ile aşıp Batı kıyısına geçmemiz gerekiyor, zira plajlar o taraftaymış.





Gitmek istediğimiz Padang şehrine genelde 5 kişilik jipler çalışıyor, yeni olanları da var ama yolun 12 saat sürdüğünü öğrenince otobüs bakındık, yoktu. Mercedes otobüse bilet sattığını iddia eden biriyle anlaştık, servis minibüsüne gittik. Minibüste temiz giyimli, traşlı bir Belçikalı da kuzu gibi bekliyordu.



Değnekçiye otobüsü görmeden para vermeyeceğimi söyledim. Tamam dedi, bizi şehirde bir yazıhaneye götürdü. Orada bilet satmak isteyen adama da otobüsü görmeden para yok dedim, sinirlendi, otobüsün temsili fotoğraflarını gösterdi, umursamadım. Bakkaldan soda, su alıp yarım saat de yazıhanede bekledikten sonra başka bir servisler garaja gittik.



Otobüste Mercedes amblemi olmakla birlikte kamyondan çevrildiği hemen belli oluyordu. Koltukları rahat göründüğünden, ve esasında garajda başka da otobüs olmadığından 100’er bin rupi daha verip biletleri aldık, otobüse bindik.
Jack Daniels içerek hızla moralimizi düzelttik . Belçikalı Paul’ün arkasındaki sıraya oturup elindeki haritasını alıp inceledik.



Paul bizimle hemen hiç konuşmadı, biz de onun tipinden huylandık, konuşmadık. Psikopat katil, ya da çocuk pornocusu gibi bir tipti, kumaş pantolon giyiyordu, belki de kanundan kaçıyordu.



Viskinin etkisiyle dönüşte Belçika Emniyetine, davranışlarından şüphelendiğimiz bir vatandaşlarının Endonezya’da olduğunu bildirmeye karar verdik.
Paul’ün haritasını inceleyince Sumatra’nın bir ada olmakla birlikte çok büyük bir ada olduğu kafama acı bir şekilde dank etti.



Bizim yanımızda sadece internetten indirip A4 kağıdına bastığım siyah beyaz bir Sumatra haritası vardı ve insan sağındaki solundaki kara parçalarıyla birlikte değerlendirmeden bu adanın ne kadar büyük olabileceğini kavrayamıyor; “Ne olacak yaa, Kıbrıs gibi bir ada işte” diye düşünüyor (En azından benim gibi yola çıkmadan hazırlık yapmaya, okumaya üşenenler) , ama değil! Neredeyse Avustralya’nın yarısı kadar bir adaymış!
7 saatlik deniz yolculuğuyla Sumatra adasının uzun ekseninin sadece sekizde birini katedebildik ve hemen hemen ortasına vardık. Tamamını denizden geçmek herhade iki günden fazla sürer



Karadaki yolculuğumuz da, elbette ki biletleri satarlarken söyledikleri gibi 12 değil 17 saat sürdü.
Akşamüstü 4’te kalkan otobüs sabah 9 da Padang’a vardı.
Yolda sabaha kadar bir kez motorumuz yandı, söndürdüler,



Bir kez şöförümüzün ehliyeti olmadığı için polis tarafından yolculuktan men edilip, 1 saat bekledik.



Polisin verilen rüşvete kanaat etmesiyle yola devam ettik.
Yol üstündeki köylerde iki kez, birer buçuk saatlik yemek ve namaz molaları verdik.



Köy lokantalarından muz yaprağı tabaklarda, salçalı kurbağalı pilavlar yedik.



Bol şekerli çaylar içtik, köylülerle muhabbet ettik.



Otobüste epey sivrisinek olduğundan uyuyabilmek için köy bakkallarında satılan bir kullanımlık sivrisinek kovuculardan alıp süründük.



Sabah 6 da önünden geçtiğimiz, yakınında meşhur bir göl olan turistik kasaba Bukittingi aslında güzel bir yere benziyordu ama uykumuzu açamadığımızdan inmedik, Padang’a devam ettik.



Bukittingi’den sahile, Padang’a inen yol virajlı ve oldukça tehlikeliydi, her yola motorcu gözüyle bakan Levent’in ağzının suyu aktı.'Şu kumlu virajlarda motoru bir yatırcaksın' diye hayaller kurdu.



Pazar akşamı Singapur'dan çıktığımız yolculuğumuzda, iki gün sonra Salı sabahı 25 saatlik kesintisiz yolculuktan sonra Padang’a vardık. Bu iki günü Singapur’da geçirip, 20 dolar daha vererek Tiger Airways ile aynı Salı sabahı bu noktaya 1 saatte ulaşmamız da mümkündü, ama bence bu daha eğlenceli oldu.
Levent için aynı şeyi söyleyemem, gittikçe daha az konuşmaya başladı.



Otobüs bizi Turizm İnformasyon binasının yakınında indirdi. Binaya girdik, harita broşür sorduk, sadece Sumatra’nın batı kıyısını gösteren bir harita ve broşür varmış. Zaten biz de artık fazla hareket etmeyi düşünmüyoruz.



Biz görevli kızla konuşurken rastlantı eseri orada bulunan bir turist rehberi de kulak misafiri oldu. O da bize Padang ve civarı hakkında epey bilgi verdi. Yolculuktan çok yorulduğumuzu ve tek isteğimizin sakin bir plajda yayılmak olduğunu söyleyince “Sizin için en uygunu Bungus Plajı” dedi. Oradaki oteller hakkında bilgi verdi,



TinTin’e gidin, Carlos’un yeri biraz kazıkçıdır dedi. Rehberin adı mı yoksa, lakabı mı anlamadım ama kendisini Guru diye tanıttı. Levent de görevli kıza ve bize gönüllü yardım eden rehbere yanında getirdiği birer nazar boncuklu anahtarlık hediye etti. Daha sonra bana söylediğine göre aslında adama üzerinde “Guru” yazan tişörtünü hediye edecekmiş



(böyle bir marka varmış), ama adamın Türkiye’den geldiğimizi söyleyince tavrı değişmiş, biraz burun kıvırır gibi olmuş, vazgeçmiş. Ben fark etmemiştim.
Dolmuşla merkeze gittik. Buradaki dolmuşlar süper fantastik.



Dışları bilgisayar oyunları gibi boyanmış, içinde yüksek sesle tekno rap çalıyor.



Yolcular ise fesli amcalar, türbanlı kızlar,



Umarsızca sonuna kadar açılmış müziği dinliyorlar.