Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

17 Mart 2009 Salı

BREZİLYA III (Aralık 2008)








Çıkan bölümün özeti: Brezilya'daki ilk ev sahibimiz Andrea'nın evinde üç gece kaldıktan sonra ikinci ev sahibimiz Lucia bizi Andrea'nın evinden almıştı



Lucia arabaya biner binmez meme kanseri olduğunu ve tedavisinin yeni bittiğini söyledi. Couchsurfing'le de hastalığa yakalandıktan sonra tanışmış. Hep Couchsurfing ile konaklayarak gezen, gezi anılarını da Guardian gazetesine yazan İngiliz bir kız ilk misafiri olmuş. O sırada kemoterapinin en ağır devresindeymiş, sürekli kusuyormuş, ama kızı konuk etmek istemiş, moraline olumlu etkisi olmuş.
Kız bu deneyimini de yazmış.



Klinik psikolog olarak yoksullara bakan bir hastanede ve part time olarak zenginlere bakan özel bir klinikte çalışıyormuş. Birlikte deniz kıyısındaki Pituba semtindeki evlerine gittik. Evde eşi George vardı. George da üniversitede Maden Mühendisliğinde Profesör ve Bahia Komünist Partisinin başkanıymış. İkisi de çok cana yakın, bizimle aynı yaşlarda, aynı meşrepten insanlardı. Lucia iyi derecede Almanca ve İngilizce konuşmasına karşın, George Rusça ve çok az İngilizce biliyordu. Üniveristeyi Rusya’da okumuş.
Başbaşa epeyce sohbet etsek de sıkışınca Lucia tercümanlık yaptı.

Bu, duvardaki evlilik resimlerinde 8 yıl önceki halleri


Can’la yaşıt oğulları Theo tatil okulundaymış.
Evde birer kahve içtikten sonra arabaya binip şehir dışındaki tatil okuluna gittik.
Yolda anlattıklarına göre okulu işleten Amerikalı bir kadınmış, okul çok güzelmiş.
Gerçekten şehir dışında büyükçe bir bahçenin içindeki okul, girişindeki pet şişelerden yapılmış taktan başlayarak farklı olduğunu gösteriyordu.



İçinde çocukları çıldırtacak pek çok oyun ve oyuncak bulunan tek katlı, yerleri şaplı beton basit bir binanın yanı sıra bahçede tırmanılacak platformlu kocaman bir ağaç, tebeşirle yazmak için boyalı duvar, ufak bir hayvanat bahçesi de vardı.



Okulu işleten Susan, 1967’de evlenerek Brezilya’ya yerleşmiş, 60 yaşlarında, Tuğba Özay’ın yaşlılığını andıran, biraz kırık gibi görünen upuzun bir kadın.
Memleketinde pedagoji tahsil etmiş, 15 yıl önce de bu okulu açmış. Amerika’da çocuğun becerilerini oyunla geliştirecek bu tip kurumlar her kasabada varmış. Brezilya'lılara biraz yukardan bakan bir havası vardı.
"Aileler çocuklarıyla oynamıyorlar, burada beraber oynamalarını istiyoruz ama bırakıp gidiyorlar" diyordu.
Gittiğimizde çocuklar renkli hamurdan şekilli kurabiyeler pişirmekle meşguldüler, pişenlerden bize de ikram ettiler.



Can kesilmiş kamyon lastiğinden hulahupla çekilen kocaman sabun köpüğüne bayıldı. Özellikle sabun köpüğünde beni bile heyecanlandıran varyasyonlar vardı.



Haftalık, onbeş günlük programlar olduğu gibi günlük olarak da katılmak mümkünmüş, günlük ücret 10 dolarmış.
Theo ile Can tanıştılar, çocukların evrensel dilinde hemen anlaştılar.



Biraz daha oynayıp okuldan çıktık, eve geldik.
Hizmetçi kız tavuk, patates, makarna pişirmişti, birlikte yedik.
Lucia'larda Andrea'ların aksine yemek pişiyor ama sofra kuralım, oturalım yiyelim yok. Acıkan ya mutfakta, ya tabağı eline alıp salonda karnını doyuruyor.



George da, Andrea gibi neden Brezilya’yı tercih ettiğimizi sordu, ona da müziklerine hayran olduğumu, uzun süredir Caetano Veloso, Tom Zé dinlediğimi söyleyince bu müzisyenleri ta Türkiye’den bilmem ve beğenmeme çok şaşırdı.



Zira ikisi de Bahia’lı olmasına karşın Salvador'lu işporta CD satıcıları Tom Zé’yi hiç duymamışlardı, korsan MP3’lerini bulmam mümkün olmadı . George ise Tom Zé ile ahbapmış! Caetano ile de tanışıyormuş. “Occasionally they share a beer” (arada takılırlar) dedi, Lucia. George gitti, içerden açılmamış, gıcır gıcır bir Caetano CD’si getirdi, hediye etti.
Biz de bizi davet eden maillerini Brezilya’da alıp, hazırlıksız geldiğimizden yanımzdaki kahvaltılık zeytin peynirleri hediye ettik.
Zeytinler yine hemen kayboldu. Caetano CD'si ile biraz dansettikten sonra herkes öğlen uykusuna yattı. Kalkınca diğerlerini uyandırmadan hemen evin yüz metre altındaki plaja indik.



Bütün plajlar aynı, hiç uzaklara gitmeye gerek yok.
Aynı barakalar, aynı hafif içki ve yemekleri satıyor, deniz (okyanus) üç aşağı, beş yukarı aynı.
Merdivenden plaja inince şezlogcular ve barakacılar 'buyrun, buyrun' diye atlıyor.
Biz de kalender yaşlı bir Brezilyalı’nın işlettiği barakayı seçtik, caipirinhaları söyledik (2x4 real).



Can da kendine bebida (gazoz) söyledi (1 real; 1 euro = 2.80 real).
Kendine güveni gelsin diye biz hiç karışmıyoruz, o gidip Türkçe “Amcacım bebida verir misin” diyor, kutuları gösteriyorlar, rengini beğendiğini seçiyor.



Seinfeld’in dediği gibi: ‘Büyükler için bütün bonibonların tadı aynıdır ama çocuklar sarı ile kahverenginin çok farklı olduğunu bilirler!’
Hava kararana kadar aynı minvalde caipirinhaları götürerek yüzdük, güneşlendik, kitap okuduk. Önümüzdeki masada gençler öpüşme işini abarttılar.



Yaşlı amca müesseseden papalina benzeri kızarmış balık getirdi.
Hemen her yemeğin yanında olduğu gibi balığın yanında da tapioca dedikleri tatsız, kokusuz galeta ununa, irmiğe benzer bir şey vardı. Bu sanırım yuka veya kasava denen patatese bezer köklerin kurutulup öğütülmesiyle elde ediliyor ve ekmek niyetine her yemeğin yanına ekleniyor.



Denizde iyice acıkmış olan Can’dan kurtarabildiğimiz balıkları tapiokaya banıp yedik, eve döndük.
Duş aldıktan sonra hep beraber sahildeki parkta yapılacak gösterilere gitmek için evden çıktık. Deniz kıyısında genişçe bir konser alanı ve etrafında panayır tarzı kurulmuş standlarda hediyelik yiyecek içecekler satılıyor.



Oraya varınca Lucia'larla evde buluşmak üzere ayrılıp, biraz alışveriş yaptık. Büyük ahşap meyve çanakları hoşumuza gitti (20-30 real) ama taşımaya üşendik.
Suriye’den aldığım sandaletlerim deniz suyunda epey perişan olduğundan ben de bir tokyo terlik (başka türlüsü satılmadığından Neşe’nin hayret dolu bakışlarına aldırmadan parmakarası İpanema) aldım .



Brezilya'da milli kıyafet sayıdığından garip gelmedi de Türkiye'de yine ölsem giymem!
(zaten Sumatra'da çalındı)
Davul sesleri duyulunca konser alanına gittik.
Önce animist kostümlerle bir takım folklör oyunları oynadılar.



Sona yerliler şortlarının üzerlerine giydikleri tüylü kostümlerle bir kızılderili dansı yaptılar.



Seyircileri de çağırdılar, biz de halkaya katıldık, kızılderili halayı çektik.



Dönüşte evde pek yemek olmadığından yiyip de dönelim dedik ama hiç tanımadığımız bir çevrede olduğumuzdan bir tek Habib’s adlı Lübnan fastfoodu satan bir restoran zincirini bulabildik.



Noel şapkası takmış garson çocuklardan hiç birisi tek kelime İngilizce bilmediğinden resimlere bakarak felafel, kibbeh(içli köfte), fındık lahmacun gibi set menülerden söyledik, birer bira içtik, (30 real) bütün fast foodlar gibi tatsız ve pahalıydı.
Eve dönüp Lucia'larla, ertesi sabah (Pazar sabahı) 90 kilometre mesafedeki Praia do Forte adlı tatil kasabasına gitmek için plan yaptık. George klasik aile babası olarak:
"Sabah 7 de çıkalım, serinlikte gidelim" dedi, 8 de uyandı.
Gece hizmetçinin bizim için düzenlediği odada yattık.
Sivrisinek ve sıcak yüzünden pek iyi uyuyamadım.



Sabah mango ile kahvaltı edip saat 9 gibi yola çıktık.
Önce şehir dışındaki evlerine uğradık. Burası şehrin varoşlarında, yüksek duvarlar ve güvenlik ile korunan çok lüks bir site. Evimiz dedikleri de, bir dönümden fazla alanda kendilerine ait yüzme havuzu, voleybol sahası, kocaman kakao vs meyve ağaçları içeren bir büyük, bir de küçük misafir evinden oluşan bir yermiş.



Aslında burada oturuyorlarmış ama Lucia’nın hastalığı çıkınca tedavisini daha rahat sürdürebilmek için doktor olan abisinin evinin karşısında yer alan, şimdiki apartmana taşınmışlar.
Apartmanlarının bulunduğu Pituba da Bostanlı muadili (plajı saymazsak sahil düzenlemesi de benziyor) oldukça lüks bir semt.
“Ne kadar bu evin değeri?” diye sordum bahçeden topladığımız mango ve kakaoları yerken.



400 bin euroya almışlar, şimdi kiraya veriyorlarmış.
100 den fazla konut içeren sitede geçenlerde Brezilya milli takım oyuncularından bir grup gelip ev kiralamış, çok şamata yapmışlar.
Evlerinin karşısında yol üstünde yer alan Bompreço (iyi fiyat) market zincirinden birer Algida (buradaki adı Kibon, kıta değiştirince herşeyin adı değişiyor) aldık.



Mesela burada Opel’in adı Chevrolet!
Bu araba da Chevrolet Vectra



Marlboro'lar da Kuzey Amerika'daki gibi beyaz uçlu.
Eski bir şakaya göre bu farklılığın sebebi Rolling Stones'un gitaristi Keith Richards'ın kafası güzelken hangi kıtada olduğunu anlaması içinmiş.



Saat 12 gibi Praia do Forte’ye vardık.



Burası Lucia’ların çok sevdiği sık sık geldikleri bir yermiş.



Brezilya standartlarının üzerinde, temiz, turistik bir yer olmasının yanı sıra Tamar denen, bizdeki Caretta’ların benzerlerini korumak için kurulmuş bir organizasyonun merkezi de burada.



Türkiye’deki 'yumurtaların üstüne yatma, gece plajda ışık yakma' kampanyalarının aynısını burada yürütüyorlar. Ayrıca müze gibi bir yer düzenlenmiş, havuzlarda çeşit çeşit kaplumbağalar, köpek balıkları vs sergileniyor.



Nasıl çevreci bir organizasyonsa sergilenen kaplumbağaların nasıl yakaladıklarının fotoğraflarını da koymuşlar, kocaman kanca tosbağanın ağzından girmiş, gözünden çıkmış vs. Hoş kocaman hayvanların küvet kadar havuzlarda dönüp durması da ayrı gaddarlık ya...



Tabi bu havuzların olduğu bölgeye giriş biletli.
Kişi başı 10 real, çocuklar bedavaymış.
Lucia ile George daha önce çok girdiklerinden daha girmeyip dışardaki kafede bira içerken biz içeriyi gezdik.



Can kaplumbağalardan çok köpek balıklarına heyecanlandı.



Çıkışta biz de George’ların yanına çöktük. Tamar’ın kafesinde Bahia’ya özgü ufak, balıklı, peynirli içli köfteler yiyip bira içerek sohbet ettik, kafenin yanından denize girdik.



Pazar günü olduğundan gariban Brezilya'lılar da bizim haftasonu pikniği misali cümbür cemaat sahili doldurmuş, plastik masalarda bira içiyor yemek yiyorlardı.



Kafeden kalktıktan sonra kasabanın ana caddesinde yürüdük, bir restorana oturduk.
Onlar moqueca denen, buraya özgü, hindistancevizi sütlü, karidesli yemeği söylediler.
Bu yemek yanında pilav, tapioca, ve topik gibi bir sosla, büyük toprak bir çanak içinde fokurdayarak geliyor.



Karides dışında yengeçten tavuğa her türlü varyasyonu da mevcut.
İki kişilik böyle bir yemeğin fiyatı turistik bölgelerde 30 ile 50 real arasında değişiyor.
Biz de sarımsaklı, soğanlı güzel bir ızgara et söyledik, altında yanan mumlarla fondü gibi bir demir tavada geldi, lezzetliydi.



Toplam 140 real (50 euro) hesap geldi. Daha önceki kafeyi onlar ödediğinden bu sefer hesabın 100 realini ben verdim.
Pazartesi günü için Salvador'dan çıkmayı planlıyorduk ama nereye gideceğimize bir türlü karar verememiştik.
Bu turistik ama sakin kasabayı sevdiğimizden yarın önce buraya gelip bir gece kalmaya karar verdik.



Geldiğimizde çantayla kalacak yer aramak zor olur diye biraz pansiyon baktım.
Yaşlı bir Alman çiftin işlettiği Montrö Pansiyonu beğendim, gecelik oda fiyatı 80 realmiş. Lucia'lar burada yaygın olan bisikletli fayton gibi araçla döndüler biz yürüdük, otoparkta buluştuk.



Bugünden sonra kalan 5 günümüz var.
Lucia’ların evinde maillerimi kontrol ederken Couchsurfing’den bir davet daha aldım. (Lucia'nın davetini de Salvador'da, Andrea'nın bilgisayarında almıştım)
Bir aile daha bizi Porto de Barra plajındaki evlerine davet ediyordu. Artık biraz da kendi başımıza otel tatili yapmak, Brezilya taşrasını da görmek istediğimizden teşekkür edip reddettim.



Salvador'dan 200 kilometre kadar Kuzey’de Aracaju diye bir kent olduğunu, burda Kerala’daki gibi nehirde tekne turları yapıldığını okumuştum. Oraya gitmeyi, giderken de yol sahili takip ettiğinden yoldaki plajlardan beğendiklerimizde kalmayı planlamıştık, ama Brezilya'da otobüs fiyatları çok pahalıymış. ( Aracaju’ya bir kişi 65 real)
Hem inip binmek daha da pahalı olacağından, hem de otobüsün bıraktığı yerden plajlara ulaşmak için 3 ile 10 kilometre arasında yürümek gerektiğinden bundan vazgeçtik.




Lucia’ya araba kiralama fiyatlarını sordum, ucuzmuş, araba kiralamaya karar verdik.
Eve dönünce yol yorgunluğuyla erkenden yattık ama dışardan güzel bir müzik sesi geliyordu. Çok merak ettim, dayanamayıp kalktım, üzerime fotğraf makinesi, cüzdan gibi çalınabilecek bir şey almadan tek başıma dışarı çıktım. Sesleri takip ederek ıssız sokaklardan sahildeki konser alanına geldim. Lokal bir Reggae grubu konser veriyormuş. Ses düzeni sağlamdı, grup da bayağı iyi çalıyordu ama izleyici sayısı nedense 20-30 kişi ya var, ya yoktu.
Aslında reggae Brezilya’da çok seviliyor ve dinleniyor, adeta kendi halk müzikleri gibi popüler.



CD satanlarda rasta saçlı, çakma Jamaikalı havasında pek çok yerel reggae grubunun albümünü gördüm.
Bu grup İngilizce cover yapıyordu, ama oldukça iyiydiler. Cebimdeki bozuk paralarla bir bardak konyak(2.5 real) aldım, saat 10 da konser bitene kadar sallanarak dinledim, sonra eve döndüm.
Sabah uyandığımızda evde kimse yoktu. Kahve yaptık( burada kahveyi herkes akvaryum süzgeci gibi bez bir süzgeçin içine koyup, sıcak suyun içinde 2-3 dk bekleterek yapıyor. Biz süzgeçi bulamadığımızdan Türk kahvesi şeklinde yaptık)
İçerken önce hizmetçi kız, sonra George ve Lucia sahildeki sabah yürüyüşlerinden geldiler.



İnternetten Salvador’daki araba kiralama şirketlerini buldum, elbette hiç biri İngilizce bilmediğinden Lucia bizim adımıza telefonda konuştu, pazarlık etti.
En iyi fiyatı veren JBrasil şirketiyle klimalı, 2007 model Palio için günlük 75 realden 4 günlük anlaştık. Arabayı saat 11 de eve getireceklerini söylediler. 2 saate yakın vaktimiz olduğundan oralarda bozduramayız diye para bozdurmak için İguatemi adlı büyük alışveriş merkezine gittik. 2,25 ten 400 dolar daha bozdurdum.
Şimdiye kadar Brezilya'da geçirdiğimiz 5 günde 200 dolar harcadık.
11’de evdeydik ama arabayı getirecek olan kız ancak 12 de geldi.



Bir takım formlar doldurdu, parayı nakit vermemize karşın kredi kartı numaramızı da aldı, arabayı teslim etti.
Kışlık kıyafetlerle hediyeler gibi lüzumsuz ağırlıkları bir çantaya doldurup evde bıraktık, Lucia’larla 4 gün sonra görüşmek üzere vedalaşıp yola çıktık.
Önce alkol aldık.
Yani arabaya aldık.
Burada arabalar hem alkol hem benzinle çalışıyor, buna da flex deniyor ve arabanın üzerindeki bir etiketle gösteriliyor.



Benzinin litresi 1, alkolünki 0,65 euro. Genelde yarı yarıya karıştırarak kullanıyorlar. Biz çoğunlukla alkol kullandık. Alkol benzinden daha ucuz olamakla birlikte bir litre benzinle gittiğin yol bir litre alkolle gidilmiyor. Brezilya'da şeker kamışı bol olduğundan bundan üretilen alkol yakıt olarak kullanılınca para ülkede kalıyor.
Benzincide sattıkları alkolü merak edip baktım, renksiz ve
ispirto kokuyor.




Sahil yolundan Kuzey’e doğru giderken dün uğradığımız Bompreço markete bir daha girdik, Cachasa (Kaşasa, Brezilya’ya özgü şeker kamışından yapılan bir rom, caipirinha denen limonlu kokteyl de bununla yapılıyor), limon, biraz bisküvi, içecek falan aldık.
Raflarda Şölen marka bisküviler vardı, üzerlerinde de Türkçe yazıyordu.
Su Brezilya'da diğer mallara göre çok pahalı: 1,5 litre su 1.80 , 1 litre rom 2,20 real.
Neşe en ucuz mavi şişeli sudan üç litre aldı, meğer sodaymış.
İki litresini içtik, sonuncuyu "Eeeh" deyip attık.



Şansımıza bizim yola çıktığımız gün Şavez, Mavez bütün Latin Amerika liderleri Salvador'da toplanıyorlarmış. Uluslararası havaalanı yolumuzun üstünde olduğundan yolun kapatılabileceğini söylediler. Elimizde sadece turizm bürosundan aldığımız Salvador civarındaki plajları gösteren karikatürize edilmiş bir harita ve George'un verdiği Portekizce Bahia rehberi var. Kitabın dilinden anlamadığımız için resimlere bakarak plajların önünden geçen tali yoldan, resmini beğendiğimiz plajlara girip çıkarak Kuzey’e doğru devam etik. Yollarda kontrol noktaları oluşturulmuşsa da kimse bizi durdurmadı.



Önce Salvadorda tanıştığımız Türk'lerin tavsiye ettiği Stella Mares’e girdik, fena değildi. Burada güzel bir çadır kampı vardı.
Gölge yapan ağaçların çam değil palmiye olması dışında bizim kamplardan farkı yoktu.



Bir sonraki Jaua plajında mercan resifleri doğal bir dalgakıran oluşturmuş, kıyıya sert dalgaların gelmesini önlüyordu ama plajda erkek kalabalığı fazlaydı ve epey sarhoştular. Caetano CD’sini evde bıraktığımız çantada unuttuğumuzdan bu köyün meydanındaki çerçiden korsan bir CD alayım dedim. Adamdaki işe yarar tek albüm Best of Bob Marley’di, mecburen onu aldım (3 r)
Brezilya köylülerinin kıyafetleri bizim köylülere hiç benzemiyor, kadınlar bikini üstüyle mini etek giyiyorlar (belki de tek kıyafetleri)
Bu kızın fotoğrafını çok yoksul bir köyün içinden geçerken çektik, evlerinde su olmadığından derede bulaşık yıkıyordu.





İtaparica güzel sakin bir plajdı ama sadece lüks oteller vardı.
Akşamüzeri Praia do Forte’ye vardık. Dünden kalmayı planladığımız Montrö Pansiyona gittik, güzel odaları kalmamış, pansiyoncu kadın da çok bağırarak konuşuyordu, eşyaları indirmişken vaz geçtik.
Araya araya Algas Marinhas diye bir pousada (pansiyon) bulduk.



Sahibi Ejivaldo yaşlı ve tatlı bir adam, hem de İngilizce biliyor!



Oda da güzeldi, iki günlüğüne oda kahvaltı 150 reale anlaştık.
Otel deniz kıyısında sayılır, plaja 50 metre mesafede.



İçecekleri odadaki buzdolabına bırakıp doğru sahile çıktık.
Epeyce yüzüp dalgalarla oynadık, su sıcacıktı.
Odada Ejivaldo’nun verdiği limon sıkacağı ve buzlarla caipirinha hazırlayıp balkonda hamak keyfi yaptık.



Akşam yemeği için mütevazi bir restoranda karidesli ve sebzeli moqueca yedik, biralarla birlikte 41 real hesap geldi.



Sabah kalkar kalkmaz 20 dakika yüzüp geldim.
Kahvaltıyı otelin arka bahçesinde yaptık; süt, kahve, meyve suyu, papaya, kavun, peynir jambon, kek vardı. Radyoda Carlos Jobim çalıyordu, çok güzel bir kahvaltı oldu.
Ejivaldo dün 73 yaşına girdiğini söyledi, kalemimi hediye ettim sevindi.



Kızı 10 yaşında karısı da 42 yaşındaymış .
Kadın pek suratsız, domuz gibi, Ejivaldo’ya da kötü davranıyor.



Kahvaltıdan sonra gelgitle kayaların arasında oluşan havuzcuklara gittik. Bu Praia do Forte’nin turizm broşürlerinde kaplumbağalarla birlikte vurgulanan bir özelliği.



Şnorlkelle dalıp mercan kayalıklarındaki renkli balıkları izledik, özellikle Can bu işe bayıldı.



Denizin suyu durgun yerlerde zaman zaman insanı yakacak kadar sıcak olabiliyor.
Praia do Forte aslında ufak bir köy.



Deniz kıyısındaki ufak meydanında eski hoş bir kilise,
halk tipi kafeler, ve denizden çıkanlar için duş var.



Yalnız duşun elektrikli motoru meydanın öbür ucunda olduğundan ilk başta açmayı başaramadık, başkası duş yaparken araya kaynadık.



Öğlen yemeğini yine çarşıda çeşitli sosis ızgaraları ve bira ile geçiştirdik.
Yanımızdaki masada şişman ailesiyle oturan Kayahan kılıklı bir abi ya zevkine, ya da sosisine güzel gitar çalıp şarkı söylüyordu, bizden birşey istemedi.