Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

12 Ağustos 2007 Pazar

VAN

VAN (Ağustos 2007)



Yaz başında Van’dan bir davet aldık. Yaka-koop adlı organizasyon AB destekli bir Van turizmini kalkındırma projesi yürütüyormuş. Beni de gezi yazarı sayıp davet etmişler. Programda ücretsiz olarak iki gece konaklama, yemekler ve rehberli geziler var. Neşe Van’ı hiç görmediğinden, ben de Van merkezini daha önce görmekle beraber, çevresini rehber eşliğinde gezmek cazip geldiğinden kabul ettik.

İzmir’den Van’a THY ile Sunexpres (THY-Lufthansa ortaklığı) ortak uçuyor, ikisi de bilet satıyor, uçaklar Sunexpress’in. Havaalanında önce 'THY tüm uçuşlar' bankosunda yarım saat sıra bekledik. Sıra bize gelince siz işlemlerinizi Sunexpress’ten yapacaksınız dediler. ‘Biz bileti sizden aldık niye uyarı levhası koymadınız o zaman’ diye epey söylendim.

Sunexpress’e gittik, onlar da önce bu elektronik bileti THY satış bürosundan koçanlıya çevireceksiniz dediler. Hadi bir de ona koşturduk, Allah’tan erken gitmiştik.
Uçakta sadece, o da isteyenlere bir bardak su verdiler. Çok aç olduğumuzdan gözümüzü kapatıp 5 liraya bir sandviç almak zorunda kaldık. Van Ferit Melen Havaalanında bizi proje koordinatörü Ezgi karşıladı. Doğma büyüme Van’lıymış, Kuşadası’nda turizm otelcilik okuyormuş. Önce bizi kimin davet ettiğini anlamaya çalıştım:
Yaka-koop Van’da özellikle kadınların yaşam şartlarını iyileştirmek için bir araya gelen 25 kadının kurduğu bir dernekmiş. Bölgede dernek kelimesi alerji yarattığından kooperatif olmayı seçmişler. Yani benim ilk başta sandığım gibi AB’den para koparmayı başarmış bir taşımacılık kooperatifi değilmiş.
Ezgi bizi projeye ait minibüsle grubun diğer üyelerinin bulunduğu Van kalesine götürdü, kalenin altındaki restoranda turu beraber yapacağımız ekibimizle tanıştık
Bizden başka Diyarbakır’dan biri erkek 4 kişi, ve iki Van’lı genç kız, ayrıca iki rehber hanım var. Onlar kaleyi gezmişler yemeklerini yemişler semaver çaylarını içerken biz de yemeğimizi yedik.

Ayran aşı diye yoğurtlu, içinde yabani otlar olan bir çorba ve kaledoş adlı şekersiz aşure gibi bir yemek vardı.

Kaledoşun içinde kıvam veren bir ot, ceviz ve bir parça kavurma et de vardı; lezzetliydi. Yemek sırasında rehberimiz Fatoş’un kuzeni olan Ayşe bize yan flütle parçalar çaldı. Flüt çalmayı kendi kendine öğrenmiş, bu sene konservatuar sınavına girmeyi planlıyormuş.


Bize eşlik eden diğer bir genç kız da Elif’ti. Elif de Konya’da mütercim tercümanlık okuyormuş, ama esas hayali doktorlukmuş. Yaz tatilini devlet hastanesinin acil servisinde gönüllü olarak çalışarak (08-18) geçiriyor, doktorlara İngilizce ve Fransızca’dan çeviriler yapıyormuş. Aynı zamanda yerel radyoda da programı varmış.
Yemekten sonra kalenin bahçesindeki temsili Van evini gezdik. Evin bekçisi Yahya bize gelenekleri anlattı. Kapı dışında kadınlar ve erkekler için iki ayrı tokmak koyulurmuş, bu sayede kapıyı açmadan gelenin cinsiyetini anlayabiliyormuşsun.
Kaleden hep beraber kalkıp MuradiyeŞelalesi'ne gittik. Yol boyu rehberlerimiz Fatoş ve Arzu süper bir program sundular.

Sürekli şarkılar söylendi, fıkralar, anektodlar anlatıldı, Van hakkında bilgiler verildi.


Örneğin kale duvarındaki kalede kesilen kurban kanlarını akıtmak için yapılmış oluktan kayan genç kızlar" O yanım keçe, bu yanım keçe, elime helal süt emmiş bir vali geçe" diye dilek tutarlarmış. (Aynı minvaldeki dileğin paşalı versiyonu da var)

Kendimi TRT Radyo 1 programında gibi hissettim, çok hoşuma gitti. Uzun süredir böyle bir şey yaşamamıştım.

Muradiye Şelalesi'ne 1 saatte vardık, yolda tam bir gökkuşağı oluştu.

Epeyce sallanan asma bir köprüden karşıya geçtik, şelaleye baktık.


Güzelmiş dedik, fotoğraf çektik. Benim köylülerin bira içtiği restoranda çay içme önerim Diyarbakır’lılar tarafından çayların kaçak olmadığı,


dolayısı ile hiç tat vermediği, rehberler tarafından da göl kıyısında gün batımına yetişemeyeceğimiz gerekçesi ile taraftar bulmadı. Van gölü kıyısındaki iskeleye döndük.
7-8 yıl önce İran’a giderken gördüğüm iskele çok değişmiş, çevre düzenlemesi yapılmış. Vanlılar girişteki satıcı çocuklardan aldıkları çekirdekleri çitleyip, asude iskele yolunda aheste dolaşıp, banklarda gün batımını seyrediyorlar. Zulalarda arabaları parkedip bira içenler de az değil. Tekneler bir liraya gölde gezdiriyorlar.
Vanlılarda sanırım gölün- kendi deyişleriyle denizin, getirdiği bir yumuşaklık, bir gevşeklik var. Caddeler temiz, modern giyimli hanımlarla dolu, ayrıca bu bölgede Tunceli dışında bu kadar aleni ve bol içki tüketilen bir kent görmedim.



Gölden sonra otele döndük. Akdamar Otel üç yıldızlı olduğunu iddia etmekle birlikte pek öyle bir izlenim bırakmıyor. Odada TV ve buzdolabı var ama priz tek! Üç gün boyunca bir üçlü priz bulamadılar, iki aleti sırayla çalıştırdık. Akşam yemeği otelde açık büfeydi, iki tek rakı içtik, parasını ödedik (8). Van’ın ekabirleri otelin restoranında Yeni Rakı eşliğinde politika konuşuyorlardı. Çıkıp şehir merkezini şöyle bir dolaştık, halka tatlı yedik (30krş). Saatin yer aldığı meydan ışıklandırılmıştı. Trafik ışıkları ise bir garipti, iki şeritte de aynı yöne bakıyorlardı.


Otelin lobisinde iki İngiliz'le sohbet ettik. BBC'de yayınlanan bir programda dünyanın 80 harikasından ikisinin (Kapadokya ve Nemrut) Doğu Anadoluda olduğunu öğrenince daha önce Batısını ziyaret ettikleri ülkemizin doğusu için tur bakmaya başlamışlar. Tur şirketi en az 6 kişiye tur düzenleyeceğini söylemiş. Üç kere kayıt yaptırmışlar en sonunda 4 kişilik hint kökenli bir ailenin katılımıyla gerekli sayıyı tamamlayıp tura çıkmışlar.


Turdan çok memnunlardı. Ne kadar ödediklerini sordum, kişi başı 5000-8000 lira arası vermişler. Tek başlarına gelseler hem beklemek zorunda kalmayacaklarını hem de çok daha ucuza gezeceklerini söyledim, tur herşey düzenliyor daha rahat dediler.
Sabah kahvaltıdan sonra 8 30 da lobide buluşup Çavuştepe Kalesi’ne gittik. (Kahvaltıda hintliler süt bulamayınca çok şaşırdılar, biz çayı sütsüz içemeyiz dediler. Ben de o sırada çay aldığımdan bizim onların memleketinde sütlü çaya alıştığımızı, bunun da turizmin bir parçası olduğunu söyledim. Pek ikna olmadılar ki garsonun bulup geldiği kafimeyti süt niyetine kullandılar. Bu kalenin özelliği 40 yıldır burada bekçilik eden Mehmet amcanın kendi kendine Urartucayı sökmesi ve Türk basınına göre dünyadaki Urartuca bilen 23, 38 veya 39 kişiden biri olmasıymış. Ayrıca kaleyi bizzat gezdirip olayları yaşamış gibi canlı bir uslupla anlatıyormuş.
Şehirlerarası yolun yakınındaki kuş uçmaz kervan geçmez kaleye çıktığımızda genç, yakışıklı bir delikanlıyla karşılaştık.


Erzen, bekçi Mehmet Kuşman’ın oğluymuş, babası kaleyi ona emanet edip Van’a düğüne gitmiş. Erzen’den öğrendiğimize göre kaleyi İstanbul’dan gelen bir arkeolog 24 yıl çalışarak ortaya çıkarmış, O ölünce de kazı kalmış. (Döndükten sonra öğrendim: Arkeoloğun adı Afif Erzen miş!)

Erzen kalede büyümüş olmanın verdiği rahatlıkla bizi gezdirdi, Urartuca yazıları okudu (günahı boynuna), kiler olarak kullanılan küplerden çıkartılan 2000 yıllık buğdayları anlatıp , hatta yanımda var diyerek bir kutudan çıkarıp gösterdi.

Kömürleşmiş buğdaylar oldukça da bol olmalı ki herkes birer ikişer aldı. Çimlendirmeyi denemişler, olmamış. Kalenin iç duvarları çok iyi korunmuş, manzarası süper. Urartular zevk sahibi insanlarmış, en manzaralı köşeye tuvaleti oturtmuşlar .


Kaleyi gezdikten sonra işlik olarak kullandıkları kulübeye gittik. Bizden bilet parası almadığı için bir faydamız dokunsun diye bazalta Urartuca oyulmuş kolye uçlarından aldık(5), Erzen ayrılırken bilet kesti(2x2).


Kaleden inip göle gittik. Programa göre yemek yiyip Akdamar Adası'na gidilecek. Açık büfe kahvaltıda tıka basa doyduğumuzdan dönüşte yemek istedik, olur dediler. Göl kıyısındaki restoranın işlettiği teknelerle adaya doğru yola çıktık.

Van’lıların denizcilikle pek alakaları olamadığı tekneye manevra yaptırırken beton iskeleye gacırt diye çarpmalarından belli oldu.
Genç kaptanımıza ehliyeti olup olmadığını sordum. Van’da düzenlenin bir kurstan amatör denizci ehliyeti almış. Tekneyi Elazığ’da (Keban’da) 200 milyara yaptırmışlar. Saç teknenin şekli de bir garipti ve yamuk duruyordu. 20 dakikalık bir yolculuktan sonra adaya vardık. (Bilet 5 lira , biz ödemedik) Badem ağaçlarıyla dolu bir ada. Badem Van’da sadece bu adada yetişiyormuş.


Kilise yeni restore edilmiş. Rehberlerimiz kiliseyi, dışındaki kabartmaları falan anlattılar. Her zaman benim yaptığım şeye; hariçten gruba yanaşıp beleşe bilgi almaya çalışanlara pek kılandım.




Kiliseyi gezdikten sonra en tenha plajı bulup grubumuzdan felsefe öğretmeni Sabahattin, sosyolog Şeyda ve Gülfer’le beraber yüzdük. Bizim grup dışında mayo ile yüzen kadın yoktu. Hatta ayrıldığımız kıyıda restoranın yanında hep duyduğum ama hayatta ilk defa gördüğüm deniz hamamı gibi kapalı bir bölüm vardı.



Kimin icadı olduğunu sordum, restoran yaptırmış. Böyle bir uygulama ile denize o bölümden girmeyenlerin direk iffetsiz algılanacağını söyledim, hak verdiler ama yapacak bir şey yok dediler.
Van Gölü'nün suyu sodalı, ilk anda acımsı bir tadı var sonra ağızda meyan şerbeti gibi tatlı bir tat bırakıyor. Saçlar da jöleliymiş gibi kaygan oluyor. Yüzmek çok iyi geldi, serinledik.
Dönüşte teknenin burnunda güneşlendik. Kızlar hem giderken hem dönerken şarkılar söylediler.
Kıyıdaki restoranda Van gölünde yaşayan tek canlı olan (Van gölü canavarı dışında) inci kefalini yedik. Ben daha önce yediğimde klasik İzmir’li olarak tatlı su balığı diye burun kıvırmıştım, ama bu seferki mısır unu ile çok güzel kızartılmıştı, çok beğendik.

Diyarbakırlıların bazıları balık yemeyi şiddetle reddederek kebap yediler. Yemeği yediğimiz yer sık dikilmiş kavakların altında çok güzel bir mesire yeri, yerli halk ve çakma Polat Alemdar’lar bol bol rakı götürüyorlar.

Biz de birer bira içtik. Van’da içki bol ama fiyatları kök gibi (5). Restorandaki canlı müzikle kadınlar masalarının yanında oynuyorlardı. Bizim gruptan da aslen Urfa'lı olan Şeyda'nın zorlamasıyla kalkıp oynadılar, çok hızlı hareket ediyorlardı.

Yemekte Sabahattin ile sohbet ettik. Diyarbakır’ın yoksul bir semtindeki lisede fesefe öğretmenliği yapıyormuş. Öğrencilerinin derse ilgisini sordum. Meğer çok dertliymiş:
Bu sene çıkan bir afla okuldan atılan öğrenciler geri alınmış. Yirmili yaşlardaki öğrenciler haftada bir okula gelip ortalığı karıştırıp gitmişler. Sonunda hepsini mezun edip kurtulmuşlar.


Af çıkartmanın sebebinin sordum. “Bence işsizliği düşük göstermek için” dedi.
Zaten devamsızlık dışında kalma artık yokmuş. Öğretmenler kurulu kalan öğrencilerin durumunu görüşüp kalmasına karar verirse son söz ailenin oluyormuş. Aile 'geçsin' derse geçiyormuş. Öğrenciler çok bozulmuş, hiçbir kural tanımıyorlarmış. Şubat tatilinde okulun bütün bilgisayarlarını çalmışlar. Müdür konuşma yapmış, geri getirmelerini söylemiş. Birisi çıkıp “Hocam artık çetelerin birbirinin alanına saygı gösterdiği zamanlar geçti, herkes boşta bulduğunu alıyor” demiş.

Restoranın arkasındaki bir kümbet ve Urartu mezarlarını gezdikten sonra Yedi Kiliseler'e gitmek üzere yola düştük. Yolda Urartu halının fabrikasını gezdik. İpek halıları kilimleri gösterdiler. Ben en çok bu Van kilimini beğendim (1100 liraymış)

Halıları dokuyan kızların hali bizi üzdü.
Elbette ki kimse birşey almadı. Van’ın tepesinde bir köye çıktık.

Benim içim dışım kilise olduğundan dışarıda çocukların fotoğraflarını çektim,


köyü gezdim, hayran kaldım. Çok güzel bir köydü, kocaman ceviz ağaçlarının gölgesinde bahçeler vardı, yoksul köylüler çok sıcakkanlıydı.
( Aslında pek turistik bir yer, biz kiliseye girerken Koreliler çıkıyordu)


Dönüşte benim ısrarımla yolun bir bölümünü yürüyerek indik. Yolun yanından şırıl şırıl bir arık akıyordu, her yer yemyeşildi. Neşe kızlarla yollarda halay çekti, türkü söyledi.


Hep beraber fotoğraflar çekildik.

Dönüş yolunda bu projeler konusunda uzmanlaşmış olan Diyarbakır’lı Özlem’e bu işin nasıl yapıldığını sordum; hani kolay bir şeyse ben de bir sağlık projesi yapayım diye. İki üç sene öncesine kadar direkt başvuru mümkünken artık hükumete bağlı bir kuruma başvuruluyormuş.
Bu kurum da kredi ve hibeleri genelde hükumete yakın kuruluşlara ve belediyelere kullandırmaya özen gösterdiğinden bin dereden su getirtiyorlarmış. Artık proje kabul ettirmek için öncelikle projenin çok sağlam dayanakları olması ve eksiksiz yazılması, artı iyi de bir lobi! çalışması gerekiyormuş.
Otele dönüşte rehberler ve Ezgi ayrılmadılar, duş alıp tekrar otelden çıkıp kültür merkezinin bahçesinde semaver çayı içtik, herkes anılarını anlattı, çok neşeli, samimi, zevkli bir sohbet oldu. Semaverler ortasına koyulan (Vanlılar koymak yerine bırakmak kelimesini kullanıyorlar "yemeğe et bırakmak", "çocuğa isim bırakmak" vs.) odun kömürü ile ısınıyor.


Akşam yemeğinde Sabahattin ve Şeyda ile sohbet ettik, memleketin Diyarbakır'dan nasıl göründüğünü anlamaya çalıştık.
Sabah programımıza göre kahvaltı salonuna gidip meşhur Van kahvaltısını ettik. Klasik güneydoğu kahvaltısına ek olarak kavut dedikleri kavrulmuş buğday unu ve yağdan yapılmış haşhaş sürtmesine benzeyen bir şey vardı. Balla beraber yenilince çokokrem tadı veriyormuş.




Ben en çok tereyağı beğendim, iki defa getirttik (4 günde ikişer kilo aldık).
Van’da kahvaltı bir sektör haline gelmiş. Bir sokak tamamen masa atılarak kapatılmış, garsonlar arı gibi çalışıyorlar, sürekli çay, süt bırakıyorlar.
Kahvaltıdan sonra Yaka-koop bürosunu ziyaret ettik. İdareci Gülmay hanımdan çalışmaları hakkında bilgi alık. Bu proje için 73 bin Euro hibe almışlar, ama istedikleri kadar kişiye, özellikle ulusal basından ulaşamamışlar.


Şimdi de yer üstü tandırlar için başka bir projeleri kabul edilmiş. Nasıl bir proje olduğunu sordum.
Van yöresinde ekmek yapılan tandırlar yeraltında olurmuş. Sık sık dengesini kaybedenler içine düşüp ya yanar, ya da ölürlermiş. En son da 3 yaşında bir çocuk düşüp hayatını kaybetmiş. Bu proje ile köylere yer üstüne 7 tane tandır kuracaklarmış.
Başka binadaki çocuk kreşleri dışında büroda da bir oyun odası, internet salonu vardı. Kurs verilen bilgisayarlardan maillerimize baktık, açılış sayfaları arkadaşlık siteleriydi.
Çıkışta vedalaştık, mail adreslerimizi değişip ayrıldık. Sabahattin dışındaki kızlar Diyarbakır’a dönecek, biz de projeden ayrıldığımızdan, ama bir gün daha İzmir uçağını bekleyeceğimizden otel bakmaya gidecektik. Sabahattin öğretmenevine bakalım dedi. Sora sora epey yürüdük, tam yaklaşmıştık ki yol sorduğumuz bir postacı "Oo orası kapandı göl yoluna taşındı" dedi.

Neşe ile Sabahattin hemen inanıp döndüler, ben ise postacı da olsa bir kişiye inanıp dönmenin doğru olmadığını savundum. Devam ettik, gerçekten açıkmış ama fiyatları pahalı(20/kişi) olduğu gibi odaları da sabahın köründe boşlatmak gerekiyormuş. Bir iki otel dolaştık. Ben bir Hollandalı’nın işlettiğini sandığım Hotel Van Grand’ı beğendim , ama Neşe beğenmedi. Ara sokakta Fuat Oteline yerleştik (40).
Çarşı pazarı dolaştık, yan yana Rus pazarı, Avrupa pazarı, Halk pazarı vs adı altında aslında tümü de Çin, İran ve Hint pazarı olan çarşıları gezdik. Dükkanlarda İran malı karınca yumurtası yağı satılıyordu.
Kadınlarda tüy dökücü, erkeklerde saç çıkartıcı olarak kullanılıyormuş! (5 lira)
Bir fotoğrafçı yaratıcılığını konuşturup mermilerle "Canım sevgilim", "Bugün de ölmedim anne" gibi kartpostallar üretmiş.


Oğlundan bugün de ölmedim diye kartpostal alan annenin halini düşünmek bile istemiyorum!
Neşe rehberimiz Fatoş'un kulağında gördüğü savat (Eskiden ermeni ustaların elde yaptığı bir gümüş işleme yöntemi) küpelerden baktı. Bir çarşının sonunda bulduk. Dükkan sahibi de savat üretimi için AB den 130 bin euro kredi almış, atölyesinde öğrenciler yetiştiriyormuş. Bize uzun uzun nasıl yapıldığını anlattı, dünyada bir kendisinin, bir de caddede bir dükkanın bunu ürettiğini söyledi, ama elinde Neşe’nin aradığı küpelerden yoktu.
Ertesi gün cadde üzerinde, içinde Beethoven çalan bir kuyumcuda bulduk aradığımızı. Dükkan sahibi kardeşler de bize, savatı dünyada sadece kendilerinin ürettiğini anlattılar.


Çarşıdaki AB kredili üretici elle oyulmuş gümüşün içine toz döküp fırınlıyormuş. Oysa onların uyguladığı otantik yöntemde yıllarca kalemkarlığı öğrenen ustaların bıçakla oyduğu kanalların üzeri kükürtlü, tam bileşimini sakladıkları çubuklar eritilerek dolduruluyor, sonra fazlalıklar alınarak parlatılıyormuş. Bir çift gümüş küpeye 7 lira istedi, bozuk çıkmayınca 5 lira da yeter dedi.


Akşamüstü dolmuşla iskeleye gittik(0.85). Şehir merkezinden iskeleye çok uzun dümdüz bir yol gidiyor. Dönüşteki muhabbetçi dolmuş şöförüne düz yolun kaç kilometre olduğunu sordum.
9 kilometreymiş, dünyanın ikinci,Türkiye’nin en uzun düz yoluymuş.
“Birinci nerdeymiş?” diye sordum
“Başka ülkedeymiş” dedi.


İskelede kutu bira, çekirdek alıp parkta yedik, içtik, güneşi batırdık. Denize( ben de alışmışım deniz demeye) atlayan çocukların fotoğraflarını çektim.
Geçen gelişimde burada ben de yüzmüştüm ama gölün kirliliği çok artmış artık pek yüzülecek gibi değil.

Akşam yemeğini sırf adını beğendiğimiz Aralık sonu Ocakbaşında yedik. (İçeriye girince ocakbaşı olmadığını görüp hayal kırıklığına uğradık, ama sahibi o kadar iltifat etti ki çıkamadık).
Adını bir aralığın sonunda olmasından alıyormuş. Ben patlıcanlı, Neşe adana yedi. Patlıcanlı masaya streç filme sarılı olarak geldi, garsonun uzman tavrıyla verdiği talimata uyarak filmi 5 dakika açmadım, böylece patlıcanın acısı gidecekmiş.


Ayranlarla birlikte 15 lira hesap geldi, adana 5, patlıcanlı 7,5 muş. Kilosu 25 kuruş olan patlıcanın kebaba kattığı değer inanılmaz!

Sabah hediyelik otlu peynir (6/ kg) alışverişimizi yaptık,

öğlen yemeğinde lahmacun yedik(1). Hamurun inceliğine hayran kaldık, akşama İzmir’de yemek üzere 10 tane de paket ettirdik.


Ezgi ve şöförümüz Murat bizi otelden alıp havaalanına bıraktılar. Yolda anlattıklarına göre proje 288 konuk için planlanmış ama sadece 100 kişi gelmiş. Özellikle batıdan gelen çok azmış.
Ağustos sonuna kadar katılmak isteyenler yakakoop_turizm@yahoo.com adresine başvurabilir. Katılım için herhangi bir STK ya üye olmak ve dönüşte Van'ın tanıtımını yapmayı taahhüt etmek yeterli.
Havaalanı ana baba günüydü.
Girişteki X-rayde çalışan polislerin ikisi de ekrana ilgilenmiyor, cep telefonu ile konuşuyorlardı. Uçağın kalkmasına çok vakit olduğundan gidip amirlerine şikayet ettim. Komiser bana, geçirdikleri habersiz denetimlerden nasıl başarıyla çıktıklarını, risivırın(?) içine gizlenmiş Glock tabancayı nasıl bulduklarını anlattı. Baktım aynı dilden konuşmuyoruz, uçak kaçırılırsa hem bizim, hem kendisinin başının yanacağını söyledim. Uyarım için teşekkür etti.
Apronda bir şehit cenazesi vardı. Bir grup rütbeli subay da törene iştirak etti. Türk Bayrağı’na sarılı tabuta selam durdular, askerler kargo batına kadar taşıdı, uçağın içinde kayboldu.


Çok üzüldüm, sonradan okuduğuma göre doğum gününde şehit düşen bir üsteğmenmiş.
Van gezisinde bizi en çok etkileyen ne yemekler, ne ören yerleri oldu.
Van’a ilk indiğimiz andan itibaren Van’lı genç kızların hanımefendiliklerine, çalışkanlıklarına, zekalarına, hayata tutunma azimlerine hayran kaldık, ülkemizin geleceği için umutlandık.


Uçak bileti(iki kişi): 580 YTL
Harcamalar: 100 YTL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder