13 Ağustos 2004 Cuma/ Gökçeada pideci /saat22:00
Sabah yine yolu şaşırıp garaj diye Pınarbaşı'na gittim. Allahtan varmadan uyandım da 9 otobüsünü yakaladım. Metro seyahat, 17 mil., sınırsız açık büfe. Muavin sık sık gelip bir isteğimiz var mı diye soruyor. Tek isteğim artık bu soruyu sorma diyecektim. 3 te Çanakkale'ye vardık, canım sahilde oturmak istemedi, kordonu ve dereboyunu gezdim. Dereboyundaki parka bir çingene aşireti bayağı çadırlarla falan yerleşmiş lunaparkın yanına. Lunapark da allahlıktı. Önce gondolu izledim limonata içerek. Gondoldaki arkadaş grubundaki kızlardan biri hızlanınca yeter durdur diye bağırmaya başladı. Adam da durdurmadı, zaten sanayide yapılmış çok uyduruk bir aletti . Durduktan sonra adamla kız arasında kavga çıktı, niye durdurmadın ,niye bindin diye. Kız da bu kadar fena olacağını tahmin etmemiştim dedi. Oradan kalkıp Gürcistan'dan başka yerde görmediğim deliğe para atıp hareket eden çekmecedeki parayı düşürme oyununu izledim. Genelde çocuklar oynuyordu ama bir saf da bütün parasını kaptırmış, hala oyun hakkında büyük fikirleri var, bir yüzbinlik daha atsa saat yazan parayı düşürecek, arkadaşını para yatırmaya ikna etmeye çalışıyordu. Olamayınca elindeki ellibin lirayı deliğe sokmaya çalıştı, arkasına baka baka gitti. Sonra çarkıfeleği seyrettim. İlk bakışta bütün çark hediye dolu gibi gözüküyor ama iki misli gibi pek anlam ifade etmeyen yerler de var, aksi gibi çark hep orada duruyor. Adam çok belli ediyordu fren yaparken, çok da athırsızı suratlıydı.
İki misli gelince iki katı para koyman gerekiyor, yoksa koyduğun para yanıyor. İflasın üzerine cep telefonu koy, beş milyon daha ekle anlamına gelen fakat anlaşılamayan bir dilim de vardı. Zaten mutlaka daha fazla para koyman gereken bir şey geliyor, koymazsan da koyduğun yanıyordu. Athırsızı ‘’koy parayı kaybetme riskin yok, ben işçiyim bana giren çıkan yok’’ diyordu, gençler de paralarını bıraktılar.
At yarışı oynayan yoktu, alet 6 milyara satılıktı. Sonra üzüm aldım eski bakkaldan şarap aldım vapura bindim.
Bisikleti nemelazım bağladım. Gölge yerler kapılmış, şarap da aksi gibi mantarlı çıktı, açana kadar canım çıktı. Bir bardak içtim , güneşin altında çarptı. Daha gölge bir yer ararken alman bir aileyle tanıştım. Agathe , Klaus ve oğulları Krystoff. Adlarını Agatha Kristi,Klaus Allofs,ve Kristof Kieslowski den aklımda tuttum. Çocuk 4 yaşındayken 2,5 yıl Nepal’de yaşamışlar, çocukla Himalayalar’a çıkmışlar, şimdi de Kaçkarlardan geliyorlarmış, Kars’a, Ankara’ya, Konya’ya gitmişler. Güney Amerika’yı da gezmişler. En ucuz Bolivya, en güzel Ekvador ve Peru’ymuş. Kadına albüm ve kitaplar tavsiye ettim çok sevindi. Kalan şarabı ve üzümü beraber götürdük.
İnişte Onlar Uğurluya gittiler. Vapurda seleyi ayarlayayım derken seleyi ve arka seleyi sıkıştıran ortak vida kırıldı. Palamarların kenarından bulduğum bir kendir parçasıyla arka seleyi bağladım, inşallah merkeze kadar idare eder!
Vapur herhalde bozuktu, adaya 3,5 saatte vardı, hava kararıyordu , hemen yola çıktım , sele çökecek çanata düşecek diye panikle giderken bu ıssız yollarda bir de zincir kopsa tam olur diye düşündüm, tam o sırada zincir sıkıştı.
Zifiri karanlıkta yokuşta durdum, onu düzelttim. Merkeze indim, açık hırdavatçı buldum ama dükkanda sadece iki boy cıvata vardı, ikisi de uymuyordu. İdareten birşeyler yaptım.
Kaleköye köfte yaptırıp gitmek istiyordum ama köfteci amca yoktu, ölmüş olabilir pek yaşlıydı.
17 Ağustostaki meyhane de kapanmış, bulsaydım adamdan özür dilemeyi düşünmüştüm. Kaleköy yolunda promosyonlu pidecide pide yedim, iki ayran (biri bedava) iki çay içtim. Sanırım kuşbaşılı pide böyle tas kebabını ekmegin üzerine dökmüşsün gibi olmuyordu. Yoruldum!
14 Ağustos2004/ Sahil restoran /saat 09:00
Bir pideye dört milyon aldı güleryüzlü pideci. Yola çıktım Kaleköye doğru. Yol başta aydınlık görünüyordu. Gel gör ki dönüşü olmayan yere vardığımda zifiri karanlık oldu. Bir elimle ufak el fenerini tutarak önümü görmeye çalıştım, herhalde hayatımdaki en zor bisiklet yolculuğum oldu. Kaleköy'e geldim, bir kalabalık... Hemen eskiden beri otel olarak kullandığım yıkık kiliseye gittim. Çatısını onarmamışlar ama dışını boyayıp kapısına kilit asmışlar! Uzun süre yatacak yer aradım, bulamadım. Çay bahçesinde olimpiyat meşalesinin yakılışını izledim. Meşale yanarken dışardan bir grup genç ayakta izledi, çok hoşuma gitti, şaşırdım. İçerde bile izleyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi, herkes okey oynayıp çekirdek çitliyordu. Sonradan farkettim gençlerin tümü rummuş.
Gece 12 gibi askeriyenin duvarına gittim. Zaten bisikleti de nizamiyenin önüne kilitlemiştim. Çok güzel sota bir yer vardı ama sadece o noktayı askeriyenin çim fıskiyesi ıslatıyordu. Biraz ileriye yattım. Saat bir gibi genç bir çift geldi, ıslak yere oturup yiyişmeye başladılar. Sesli sesli öpüştüler, arada oğlan ileri gitmeye çalıştıkça kiz ‘’Çüş yani Uğur! ‘’ diyordu . Sonra daha iyi seyredebileceğim bir noktaya geçip ayakta devam ettiler, ben de gözlüğümü taktım ama sonra sıkıldım , uyudum.
Repellente karşın bir iki sinek sokması ve ayak üşümesiyle geceyi geçirdim. Sabah baktım ki altına yattığım ağaç ekşi dut ağacıymış. Matım ve eşofmanımın dizi kıpkırmızı oldu.
İthalat:Bir pide, bir tost, yarım kilo üzüm, yarım şişe şarap, iki otobüs keki.
İhracat:Burhaniye*, Sahil restorant***
Muhtarlığın yeri,Uğurlu Köyü/saat15:00
Çocuğa koyulmayacak isimler:
1.Berrak
2.Başak
3.Enis
Kalkınca Sahil Restoranda bir çay içip sabah tuvaletimi yaptıktan sonra merkeze gittim. Yolda askerler, upuzun çitin dışındaki otları temizler gibi yapıyorlardı. Bazıları işi tamamen sermiş , yere uzanmış ot çiğniyorlardı. Bunlar sanırım cezalıydılar, çünkü büyük bir grup asker de sivilleri giymiş ve yolun bir şeridini tamamen kapatmış olarak çarşıya doğru yürüyorlardı
(4 km). Merkezde cıvata buldum karşılığında dün aldığım cıvataları bıraktım. Dünkü kadın da cıvatalara para almamıştı zaten, İzmir'liymiş. Bir Biskrem, bir şişe Taskobirlik şarabı alarak Uğurlu'ya doğru gitmek üzere yola koyuldum, daha doğrusu rampaya vurdum.
Dereköy'e kadar 13 km hemen tamamen rampaydı ve ben kendimi çok güçsüz hissediyordum. Kilodan mı , hastalıktan mı anlayamadım, ama çok ızdırap çektim. İki kez bisikleti elimde taşıdım. Yolda bir de zincir koptu. Dünkü sıkışmasından belliydi zaten kopacağı. Tamiri kolay oldu da ellerim simsiyah oldu. 9.kmde güzel bir çesme vardı, ellerimi üst tarafımı yıkadım, su doldurdum.
Şahinkaya köyünde Tarbzon göçmeni yaşlı bir kadın incir verdi. Kekik balı satıyordu yol kıyısında; kilosu on milyon. Muhabbetten sonra biraz daha verdi ama ardımdan beddua mı etti nedir yolda sarsıntıdan ön sepettteki şarap zıplaya zıplaya incirlerin kalanını yamyassı etti, her taraf battı. Dereköy'e gelirken yaşlı bir rum amca ile sohbet ettik, O at üstünde ben bisiklette yokuş çıkarken.
'Kız aramaya mı geldin?' dedi bana, ne alakaysa dağ başında, herhalde türklerin rum kızlarına düşkün olduğu şeklinde bir paranoyası vardı. Akşamüstü kurban keseceklermiş köy meydanında , davet etti. Adını da söylemek istemedi. Buradaki rumlarda bir soğukluk , kendini ayrı tutma var ve insanı çok rahatsız ediyor. Neyse Dereköy'e çıktım , etraf bir sürü fotoğraf çeken insanla dolu . AFSAP mış, su ve gazoz şişelerini arkalarınada saklayarak bol bol birbirlerinin fotoğrafını çektiler .
Ben de fotoğraf çektirdim kahvenin önünde , bisiklete bakım yaptım. Çamaşırhaneyi gezdim, çok etkileyici idi, içinden de buz gibi su akıyordu. Dereköy'de epeyce dinleneyim diyordum ama yolun Uğurluya kadar hep iniş olduğunu öğrenince yola devam ettim. Dereköy'e kadar iki saatte geldiğim mesafeyi 20’ da aldım.
Uğurlu'da en az 20 pansiyon vardı çok şaşırdım , daha önce bu köye hiç gelmemiştim. Deniz pek güzel değildi.
Denize paralel toprak yoldan sonuna kadar gittim. Skoda'lı bir aile tenha sahilde iki çadır kurmuş, hoşuma gitti fotoğraflarını çektim.
Deniz kıyısına indim, şöyle bir yüzdüm , hava fırın gibiydi. Deniz kıyısındaki yassı taşlardan Neşem yazdım. Beynime güneş geçti , feci sıcaktı. Kıyıdaki tek çardakaltı muhtarlığın yerine geldim. Asortik büyük bir aile yemek yiyordu. Pek muhabbetliydiler, neneler torunlar pek teklifsiz konuşuyorlardı . Sıçmak , bok, Layla, Newyork lafları havada uçuşuyordu.
Konu ailelerin telefonla taciziydi. Annesi genç kızı Bodrum’dayken telefonla arayıp sabah tuvalete çıktın mı diye soruyormuş.
Kız torunların ninelerine enis-penis diye bahsetmeleri garibime gitti, öte yandan o yaştaki gençlerin aileleriyle geziyor olmaları da ilginçti.
Turizm Tanıtım Koruma ve Geliştirme Derneği Lokali 1992-Kaleköy/saat20:40
Uğurludan çıktıktan sonra rahattım. Yorgunluğun hamlıktan kaynaklandığına, gittikçe açıldığıma kanaaat getirdim, ama allahsız yokuşlar yine iflahımı kesti, bir kere indim yürüdüm. Dereköy'e beşyüz metre kalmıştı ki zincir sıkıştı ve vitesi yamulttu. Kalan mesafeyi yürüyerek çıktım. Ben artık lastik patlar diye bekliyordum, vites şaşırttı. Oysa ki tam tepeye varmıştım. Neredeyse Dereköy'den bisikleti aşağı salarak sabahki eziyetin mükafatını alacaktım . Dereköy meydanı kalabalıktı, 15-20 koyun keçi bir de manda vardı kesilmeyi bekleyen.
Atın üzerindeki amca muteber bir şahsiyetmiş , herkes ona Barba diyordu. Garip yüz yıllık çarık gibi birşey giymişti ayağına. Bir pepsi içtim, çocukları defedip vitesi tamire uğraştım, ama aletsiz olacak gibi değildi. O sırada bir kamyonet geldi. Fedon kılıklı şöförüne beni merkeze götürüp götüremeyeceğini sordum. Yarım saat sonra götürürüm dedi. Ben de o arada kiliseyi gezdim, zangoç amcanın fotoğrafını çektim. Eski bir kiliseydi haliyle, ayine kalamadım, Fedon gidiyordu. Aslen Iğdır'lı kürtmüş. Eski evlerin restorasyonu ile uğraşıyormuş. 35-40 milyar tutuyormuş yenileme. Eskiden O buraya ilk geldiğinde 20 yıl önce kapılarda kilit yokmuş, iple bağlanırmış. İki yıl öncesine kadar rumlar türklerin Meryemana yortularına katılmasından hoşlanmazlarmış , şimdi alışmışlar, ama türkler de içince sapıtıp rum kızlarına askıntı oluyorlar kavga çıkartıyorlarmış.
Yarın öğleyin etli keşkek varmış , herkes yiyebilirmiş , geceki eğlence paralıymış. Fedon beni bisikletçinin önüne kadar bıraktı. Bisikletçi Erdoğan abi, üstü başı yağ kir içinde ,Yeni Asır’ın spor müdürüymüş , otuz yıl gazetecilik yapmış , basın yayında ders vermiş, aslen Ezine'liymiş ,İ zmir’lileri severmiş. Vitesi düzeltti, tam bitti derken vites kolu kırıldı. Hadi iki saatte onunla uğraştık. 5 milyon lira aldı benden 2,5 içilik. Aslında işin yarısını ben yaptım.
Bir adamın da evde mototoru varmış ona götürmek için uzun süre bekledi , acele etti , sonra benim bisikletin işi bitince başka bir vites arızası geldi, Erdoğan abi onu da yaptı adamın homurdanmasına aldırmadan. Adama gıcıktı sanırım.
Bu kez hava kararmadan Kaleköy'e indim, derneğe oturdum. Dün Uğurlu yolu dümdüz diyen turizm danışmadaki kızı ziyaret ettim ama kendisi yoktu, arkadaşlarına bilmediği konularda bilmediğini söylemesinin daha doğru olacağını belirttim kibarca. Bütün gün içemediğim şarabı geri verdim, parasını aldım. Kaleköy'e rakı-balık niyetiyle geldim ama sadece Kale motelde kredi kartı varmış, bense en dar anımda bana tuvaletini açan Sahil restoran'da yemeye niyetliydim. 40 milyonum kaldı bitirmek istemiyorum, üstelik bugün sadece 1 bisküvi yediğimden göbeğim de iyice küçüldü gibi geliyor, acaba yemesem mi? Yorgunluktan her yerim ağrıyor, esneyip duruyorum. Bu gece hava kararmadan gidip yatılabilecek sota yerleri mimledim.
15 Ağustos 2004/Tepeköy kahvesi/saat 12:15
Gece canım çok balık istedi ama pek pahalıydı , zaten Çanakkale’de bankamatiğin önünde duraksadığımda para sıkıntısı çekeceğimi tahmin etmiştim. Para çekmeye niyetlenip de vazgeçersem param mutlaka bitiyor. Antepli dürümcüden bir dürüm yaptırdım(2,5) ,bir de Skol söyledim dernekte (3) beşbuçuk milyona geceyi geçirdim. Bir de olimpiyatlarda 400 metre karışık takımlar yüzme finalini izledim. Gece çok rüzgarlıydı , hatta sabah karşı sandalyeleri uçurmuş rüzgar. Saat sekizde yağmurla uyandım. Toparlanmam 1-2 dakika sürdü ama Sahil restorana varana kadar sırılsıklam ıslandım yine de. İki çay içtim, tost yiyecek yer bulamadım, ben de ahmak ıslatan altında merkeze döndüm. Bacaklarım çok ağrıyor ve halsiz. Ada börekçisi meydandaydı, kıymalı börekle asmaaltı kahvesinde çay börek kitap, Meydani kafede tuvalet. Dünkü ithalat: 1Biskrem, 1Dürüm, 1 Skoll
İhracat:0.
Tam yola koyulmuştum ki, otostopla gitme fikri aklıma geldi. Tepeköy yokuşu gözümde büyüdü. İzmir'li bir aile ve durgun oğullarıy la geldik. Kilisede törene girdim. Çocuk oyunu gibi geldi. Papaz detoneydi. Koro Türk Müziği makamlarından söylüyordu, onlar iyiydi. Eski dost Coşkun’ la karşılaştım. ARD için belgesel çekiyorlarmış. Yağmur tekrar indirince kahveye sığındım. Monik’ in düğününe benziyor.
Heryer Rum dolu .Süslü giyinmişler, kadınlar mini etek giymiş, hemen hepsi şişman. Etli keşkeği bekliyoruz.
16 Ağustos 2004 Pazartesi/Çanakkale Çay Bahçesi/19.45
Etli keşkek dağıtılırken, takmış takıştırmış rumlar izdiham yarattı, bağrılmak zorunda kalındı. Neyse ben öndeydim hemen aldım ama çok fazlaydı. İki kilo kadar keşkek, yarım kilo kadar et! Kahvede biraz yedim, aksi gibi hiç aç da değildim. Bu kadar erken dağıtılacağını (saat 11’ de) bileydim börek yemezdim. Neyse artanını torbaya koydum, görünüşe göre etkinlik bitmişti. Yaşlı Rum köylüler Angelikimu’ nun bakkalında rakı içiyorlardı yine. Dükkan iyice temizlenmiş mal da iyice azalmış. Yakında bakkal dükkanından evrimleşerek meyhane olacak herhalde. Angelik yoktu. Bir bira alayım da kenarda içeyim dedim. Yaşlı tezgahtar 2,5 milyon deyince köyün girişindeki Eleni Restaurant’ a gittim. Hararetle akşam için hazırlanıyorlardı. Bir garsona bira söyledim, diğeri servis yok diye bağırdı ama benimki duymadı, birayı açtı. Arkamdan bir sürü insan geldi, hepsine servis yok dediler. Onlar da bana baka baka döndü. Ağacın altında sandığa ev şaraplarını rakı şişelerini de yatırmışlardı. Bir adam geldi “Kaça” dedi, 10 milyona son şarabı aldı gitti. Arkasından gelenlerin tümü de şarap almak isteyince sahip gitti bir kasa şarap buldu geldi evlerden. Soranlara 15 milyon demeye başladı. Bu sefer de kimse almadı. Yağmur çiseliyordu, hava soğuktu, benim de tadım kaçtı otostop yaptım, Barba Yogo’ nun müdürü olduğunu söyleyen bir genç, bisikletin yanına kadar götürdü beni. Akşama eğlence olmayacağını çünkü Rumlar’ ın soğukta Türkler gibi oynar ısınırız değil, terler üşürüz diye düşündüklerini söyledi. Bisikletin yanına vardığımda, baktım bir amca oturmuş sepet örüyor. Oturdum yanında biraz sohbet ettik.
Baba mesleğiymiş, Eceabatlı’ ymış, müşteri hevesliyse 10 milyona, alıcı değilse 5 milyona veriyormuş. Artan keşkek ve eti ona verdim. Pek memnun oldu. Oradan n’ apayım n’apayım, Erdoğan abinin dükkanına gittim. Baktım bir çocukla oturmuş akort ayarı yapıyor. Biraz muhabbet ettik, mesleğimi öğrenince transfer miyelit geçirdiğini söyledi. Gittim öyle oturdum dükkana, bir bahane de bulmadım. Bekleyince o da muhabbet etmeye başladı. Tabi bu iş çocuk Mustafa’ nın hiç hoşuna gitmedi. Çok gür kaşları olan 7-8 yaşlarında bir oğlandı. “Kaşlarını tarıyor musun?” dedim, tarıyormuş. “Hadi usta” diye onu işe yönlendirmeye çalışıyordu ama usta hızlı iş yapar mı hiç. “Dinlenmesi lazım” dedi. Sonra dünkü tamirat bekleyen adam geldi. Motoru bozulmuş. Emlakçıymış, makine mühendisiymiş, 11 ay hapis yatmış, Gökçeada’ dan emlak almanın tam sırasıymış, 3 milyara tarla varmış. Baktım Erdoğan Abi’ nin dükkan bir an boş kalmıyor, 2-3 kişi sırada bekliyor. “Hadi bana müsaade, 7 vapuruna yetişeyim” dedim. “Dur bende kalırsın” dedi. “Hay hay!” dedim. Kahveye gittim çay içip, tost yiyip onun işinin bitmesini beklerken Olimpiyat seyrettim. Nurcan’ ın müsabakasını ve madalaya törenini izlerken ağladım. Sonra Beşiktaş-Gençlerbirliği maçı başladı. “Abi seyretceksen para kescez” dediler onbeşinci dakikada. “İyi” dedim kalktım dükkana gittim. Bisikleti içeri koyup kilitledik. Geç olduğundan ve hava bozuk olduğundan, Ayancık’ taki malikanesi yerine merkezdeki fakirhaneye gittik. Hemen ardımızdan Case camı tıklattı.
Emekli Hollandalı resim öğretmeniymiş,Erdoğan abinin de bacanağı oluyormuş. Motorsikletinin benzinini ve ateşlemesini çalmışlar. Erdoğan abi hemen buldu: Gündüz üç çingen genç gelmişler, motorlarının ateşlemesi bozulmuş, ama yeni parça almak istememişler. Polise şikayet etmek ve parçayı geri sökmek konusunda anlaştılar. Küçük yerde hırsızlar için yaşamak zor. Case gitti, ben börek yaptım kabaklı dereotlu,oturduk yedik gece yarısına kadar muhabbet ettik, çay içtik. Yengeden bahsederken heyecanlanıyordu abi ama diğer konularda iyiydi:
1.Tuz:Erdoğan abi adanın yerlilerinin neden uzun yaşadığını araştırırken tuz gölünün tuzunu kullandıklarını görmüş. Bir kilo tuzu İstanbul'a götürüp hıffzısıhhada cebinden analiz ettirmiş, iki yıl önce sadece sodyum için 40 milyon vermiş, parası diğerlerine yetmemiş. Bu arada Erdoğan abi şaşırtıcı bir şekilde yoksulluk içindeydi. Sadece emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyordu, dükkan pek para getirmiyormuş. Ben spor olsun diye çalışıyor zannediyordum ama daha önce bisiklet parçacısının yanında usta olarak çalışmış. Neyse sodyum Low Salt’ın altında çıkmış,bu da üç kilo tuzla raporu daha önce çalıştığı Yaşar’a götürmüş , ilgilenmişler ama bir daha aramamışlar.
2.Çok avangard bir mizanpajcı imiş.Arkadaşıyla birlikte spor sayfasını hazırlarken “hadi çıldıralım”derlermiş.
3.Ilıcak'lar (uzun süre Tercüman'da çalışmış) 12 Eylülden sonra hangi tarafı tutacaklarına karar veremediklerinden batmış. Yazı işleri toplantısında kara kara düşünürlermiş.
4.Oturduğu eve elli milyon kira ödüyormuş Kosta’ya. 3 ay sonra Milli Emlaktan gelmişler, adını kaydedip bundan sonra kirayı bize ödeyeceksin, miktarı da daha sonra tespit edeceğiz demişler. Nedeni de rumlar gittikten sonra tapu kaydı tutulurken, bu ev kimin dediklerinde kimse cevap vermezse Milli Emlağa kaydedip geçiyorlarmış. Rumlar da şimdi dava yoluyla evi geri almaya çalışıyorlarmış. Hatta evin sahibi hanım bu sene gelmiş, evi gezmiş , ağlamış hatıralarla. Kosta evi tamir etmesine izin vermiyormuş, Erdoğan abi kız arkadaşım gelecek deyince 'tamir et vre Erdoğan' demiş O da. Erdoğan abi evin dışını sıvamaya başlamış, bunu gören yaşlı bir rum Kosta'ya demiş ki “bu Erdoğan bu evden çıksın ben de Türk olcam!” Erdoğan abi'yi çok sevdim, kolay şeyler atlatmamış, ustalığı çok iyi, Fiat Bis' in motorunu dağıtmış, yavaş yavaş toplamış. Dükkana gelen çocuklarla ilişkisi çok hoş, çocuklar da onu pek seviyorlar usta usta diye.Bir de üst dudağında müstehzi bir titreme oluyor ki en tatlısı o, Atila İlhan’a benzettim.
17 Ağustos 2004 Salı/
Emekli Assubaylar lokali-Çanakkale/saat 10:00
Erdoğan abi'de duş yaptım, kirlileri bir torbaya koyup ağzını sıkıca bağladım. Kanapede yattım, sabah yine börek yiyip ayrıldık. Limana 6 km ve feribota yarım saat vardı ama lodostan gitmek ne mümkün! Merkezde dolmuş şöförüne sordum, feribot çalışıyor dedi. Ona güvenip bastırdım, ama yokuş aşağı bile gitmiyordu bisiklet. Kan ter içinde limana vardım, baktım ki feribot yok sıra çok. Şöföre küfrederek elimi yüzümü yıkarken eski dost Klaus Allofs geldi. Hava muhalefeti nedeniyle erken dönmeye karar vermişler. Uğurlu’daki pansiyon komşularıyla ahbap olmuşlar, onlarla beraber dönüyorlarmış. Naci emekli tır şöförüymüş Bursa’da taksi çalıştırıyormuş, karısı Huriye de ev hanımı, yeni evlemişler. 4 saat çardak altında oturup çay içtik.
Naci'nin aldığı ekmek peynirleri yedik.Almanlar Naci'nin onlara hiç para ödetmemesini anlayamıyorlardı. Ee dedim misafirperverlik bunu gerektirir. Ama dediler bu kötüye kullanılabilir, olsun dedim misafirperverlik misfirperverliktir. Gaza geldim attım tuttum, çayları da ben verdim, şov yaptıkNaci'yle beraber. Sonra feribot geldi, muhabbet muhabbet Kabatepe’ye saat 4:30 da vardık. Beklemekten çok yoruldum, uykum geldi, bacaklarım ağrıyordu ,sandviç yaparken elimi kestim, yine de dar zamanda Gelibolu’ya gideyim dedim ama Eceabat Gelibolu kavşağında Gelibolu üzeri simsiyah yağıyordu. Bana kelek kavunu kesin tatlı diye satan kavşaktaki yavşak kavuncunun da önerilerine uyarak Eceabat’a döndüm. Zaten İstanbul’u da sel götümüş, haberlerde duydum. Feribotta kavunu yedim, uyuyakalmışım. İner inmez bayılacak gibiydim ilk gördüğüm otele 8 milyona yerleştim. Kale otel, odaya girer girmez uyuyakaldım, Neşe’nin telefonuyla uyandım. Can’ın ateşi yükselmiş, antibiyotik soruyordu. Tarif ettim, sonra uykum açılınca çıktım ,aradım. Çok endişelenmiş karıcığım, Ayşegül de gelip bakacakmış, içim rahat etti o zaman.Tekrar otele döndüm, biraz daha uyudum, bu sefer gürültüden kalktım, çıktım.Truva şenliklerinin son günüymüş, gece konser varmış, şimdi de gençler sahnedeydi. Kıyıdan yürüdüm, bir müzik , bir kalabalık...Yanaştım, ortayaşlı 15-20 kadın step yapıyorlar, ama nasıl içten neşeyle senkronize yapıyorlar, böyle türbanlı şişman olanlar da var, önlerinde “her yaşta spor”yazıyor arkalarında Çanakkale Belediyespor. Sonra belediye başkanı madalya taktı çocukları alkışladı . Gözlerim doldu yine , ben de Tatlıses gibi oldum hiç hoş değil. Belediye başkanının yanına gittim tebrik ettim, Çanakkale çok hoşuma giti bu sefer ,bir sürü güzel ufak ayrıntı yaratmış adam, en hoşuma giden de çöp kamyonlarının teypten Vivaldi çalarak dolaşmasıydı. Döndüm konser alanına gittim, Kubat sahnedeydi. Bakkaldan bir bira aldım, bira satan adam uzun boylu pantolonunu göbeğine kadar çekmiş gençten birisiydi. Birayı açtıktan sonra kağıt havluyla ağzını sildi. Akademisyen misiniz siz dedim, arkadaşları akademisyenmiş, kendisi yardım kuruluşunda çalışıyormuş. Bir elimde haşlanmış darı, diğerinde bira-fıstık bir rekam panosunun dibine çöktüm.Yanımdaki yaşlı çiftin adam olanı dik dik baktı, selam verdim aldı. 'Nerelisin' dedi 'İzmir' dedim. 'Asker misiniz' dedim, 'hayır' dedi. Bir süre sonra 'neresinden' diye tekrar sordu 'Bornova'dan' dedim, 'Ne iş yapıyorsunuz' dedim, emekli memurmuş. İş ve işçi bulma kurumunun bölge müdürüymüş.
Hıfzı abi benim doktor olduğumu öğrenince iyice yanaştı. Kızı ,oğlu ,damadı ,ve gelini doktormuş, hatta damadı Muhterem aile hekimiymiş şimdi Siirtte askerdeymiş. 1100 milyon maaş alıyormuş.''Ben akşamcıyım” dedi, “8,5 sene oldu emekli olalı o zamandan beri bir şişe rakıyı 4 günde içerim, ne 3 ne 5. İlk kadehin yanında köfte yerim ama iki tane , ne bir ne üç, dört dörtlüğüm prensip sahibiyim,her sabah saat 8 de işyerinde olurum, geç kalandan da hesap sorarım vs.” epeyce anlattı. E işte asker gibiymişsiniz dedim, Çevikbir'e de benziyordu zaten , ayakkabıları da asker ayakkabısıydı. Uzun uzun asker gibi olmadığını anlattı.İş hayatından bahsetti, personeli ona taparmış, hasta olanı makam arabasıyla gönderirimiş, politik desteği de varmış. Neyse güzel muhabbet oldu, sonra koluma girdi kolkola iskeleye yürüdük, oğluna baktık beni tanıştıracaktı. Karısı ile tanıştığı köşeyi gösterdi, fotoğraf çektik orada. Hep oralarda doğmuş büyümüş ihtiyarlamış, buralarda yalınayak koşardım dedi. Ne güzel. İki biradan sonra beni otele bıraktı, hemen sızdım. Sabah kahvaltı istemedi canım, sahilde çay içtim, havayı bekledim, Can’a telefon ettim fena değilmiş ama içime de sinmedi. Hediyelik tuzlu sardalya konservesi alıp yine Metro otobüsüyle İzmir’e döndüm .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder