* Karikatürcülerin çizmediği zaman eskilerden koyması gibi, bu da ben makinesiz ve hüzünlü bir şekilde denize bakarken (Judith'in makinesinden)
Sabah tur otobüsüne yeniden binerek yola koyuldum. Wellington’daki yatak sorunumdan sonra otobüse yetişmek iyi geldi. En azından yatacak yer garanti ediyorlar. 10 dakikalık yolculuktan sonra iki ada arası seferi yapan kocaman geminin olduğu iskeleye vardık. Uçağa biner gibi büyük çantaları verdik, yedinci kattaki cafenin ve rahat koltukların olduğu yere geçtik. Yolculuk üç saat kadar sürüyor. Anlamadan geçti. Güney adaya bağlantı noktası olan Piction’a vardık. İnince bagajları alıp otobüsü bulduk. Asıl hedefimiz burası değil. Gideceğimiz kasaba (şehir) Nelson. Bu güney adanın kuzey bölgesinde bolca üzüm bağları var. Şarapları da meşhurmuş. Yolda bu bağlardan birinde mola verdik. Bağış kutusuna iki dolar salladım, dört çeşit şarap tattım. Oldukça lezzetliydi. Hanfendi nasıl tatmamız gerektiğini anlattı biraz. Önce biraz çalkalayacakmışız, oksijenle aromalar daha fazla açığa çıkacakmış. Sonra (zaten bir yudum veriyorlar, halbuki tonla para bağışladım) aldığımız yudumu ağzımızda çalkalayacakmışız. Tükürmek isterseniz şuraya lütfen diye de ekledi. Ben azlığından yakınıyorum, kim tükürür bunu diye düşünmeden edemedim. Uzun lafın kısası, lise yıllarını Güzel Marmara, güney bölgelerimizde ise Evin ve Efes Güneşi gibi kaliteli şaraplarla yakın ilişkide geçiren benim gibi bir zat için bu şaraplar yeteri kadar iyi değildi. Ben de ne para verecem ki bu kıytırık şaraplara deyip bir şişe bile satın almadan devam ettim yola. Ama Yeni Zelanda’nın belli yerlerinde çok güzel bağlar var ve çok güzel şaraplar üretiyorlar. Bozcaada’nın büyüğü işte.
Akabinde orta halli bir kasaba olan Nelson’a vardık. Şehir merkezindeki hostele yazılmışken, ihmalkar şöförün azizliğine uğradık. O hostel doluymuş. Bilmemkaç numaradakilerden sonrası öbür yere geçecek dedi. Gittik biz de artanlar olarak. İyi de oldu. Beleş internet ve çamaşır yıkama imkanı vardı. Ticaretle alakası olmayan tatlı insanların işlettiği bir mekan. Esas amca anahtarları veriyor, sonra seksenli yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim annesi 3-5 kişi toplayıp odalarına götürürken neyin ne olduğunu anlatıyor. Bunu da belki 6-7 kere yapıyor üşenmeden. Ben olsam askeriyedeki gibi meydana toplar, bağırarak bir kerede anlatırdım vallaha. Wellington-Nelson arası nereredeyse tam gün süren bir yolculuk. Akşamı ettik. Bizim odaya da iki metrelik İsveçli Viking düştü. Sürekli gülüyor eleman. Önce biraz aklıevvel sandım ama sonra kral çocuk çıktı. Dünya umurunda değil, ondan gülüyormuş meğer. Akşam da beni de birkaç başka insanla ikna etti dışarı çıkmaya. İyi dedik. Nelson küçük kasaba dedim ama kocaman mekanları ve hareketli bir gece hayatı var. Yine de çok bir şey beklememek lazım tabi. Biz backpackerlara da çok kıyak bir fiyat veren bar vardı. Sanırım geceyi orada kapattık. Sonra dönüş yolunda kaybolduk. Kasaba küçük diyorsun, sonra da nasıl kayboluyorsun demeyin. Oldu işte. Bir yerden yanlış dönmüşüz arkadaşım. Sora sora bulduk ama saat biraz geçti. Otobüs erken, 08:30. Bu viking azmanı dorm odasına varınca, sen de saat var mı, ben benim saati duymuyorum dedi. Ben sen müsterih ol. Ben kuş ötse dışarıda hemencecik uyanırım dedim. Uyandım, saat 10:00. Otobüs gitmiş. Bizim kaldığımız odadakiler o gün gidecekler arasında olmayınca, biz de mışıl mışıl uyumuşuz.
Kalktık. Zaten gitmiş otobüs, aceleye gerek yok. Sert bir kahve, azcık ayılır gibi olduk. İşin ehemmiyetini sonra anladık. Bir şekilde bir sonraki durak olan Westport’ta otobüsü yakalamamız lazım. Yoksa diğer otobüslerin hepsi dolu, yolda kalacağız. Kiralık arabalara baktık, bir şehirde al öbür şehirde bırak yapmıyorlar. O günün otobüsleri de kaçmış. Ertesi güne beklemek olmayacak. Geriye tek seçenek kaldı: Otostop. Öğleni ettik. Karnımızı doyurduk. Bira kartonunun arkasına kocaman “Westport please” yazıp yola düştük. Sapağa kadar yürüyüş, orada biraz sürünüş. Bu işlerden ikimiz de çakmıyoruz. Karikatür gibi sahne. Dev İsveçli, cüce Türk, iki çirkin adam yol kenarında bekliyor. Baktım bu dana kartona hakim değil. Aldım ve beklemeye başladım. Cazibem sayesinde iki güzel Maori kız aldılar bizi arabalarına ama sadece bir sonraki kasabaya kadar. Onlarla helalleştik (sarılmadık). İkinci şahıs da Maori’ydi ama dev cüsseli ve dövmeli olanlarından. Yolda bir manzara noktasına biz sormadan dönüş yapınca, bu adam bizim çantaları alıp yoluna devam edecek diye düşünmeden edemedik. Ama manzarayı gösterdi sadece. Sonra da bir dağın başında bıraktı. Üçüncü şahıs Sam çok kral eleman çıktı. Bu arkadaş virajlara iki teker üstünde giriyor ama çok hoşsohbet. Kendisi de çok gezmiş, çok otostop çekmiş. Baya bir mesafe götürdü bizi Sam. O da bizi bir sapakta bıraktı. Burası da başka bir dağbaşı. Güney Ada Kuzeye göre oldukça az insan barındırıyor zaten. Gelen geçen az. Bir köprüyü aşarken Bizim viking fotoğraf çekecem diye durdu. Sonra da kartonu nehre düşürdü. İnilecek gibi değil aşağısı. Suratına önemli değil dedim ama içimden sövdüm. Biraz yürüyüp gölgeye sotelendik. Dördüncü hayırsever amcaya ben yol kenarından bağırdım. Altmışlı yaşlarında tam bir beyefendiydi. O da bizi muhabbet eşliğinde biraz ileriye taşıdı. Ona da teşekkür ettik. Bir sapak daha. 20 dakikalık bekleyişten sonra uzaktan gelen arabaya el ettik. Durunca hatamızı anladık ama çok geçti. İçinden çıkan iki abinin tipini tarif etmek zor. Araba station vagon. Dişlerinde baya eksik olan eleman bagajı açtı. Bir adet kürek, uzun metal bir alet ama ne olduğunu anlamadım. Bir kova ve balık oltası var. Bizim çantalara yer açtı. Bindik arabaya ama ikimiz de gerginiz. Solda oturanın üzerinde o sıcakta mont, boynunun etrafında havlu var. Bira içiyor ve arada küçük haplar atıyor. Nasıl terliyor anlatamam. Şöför sakin, uzun saçlı, her yeri dövmeli. 35 km maksimum sürat veren yerlere 80 km süratle giriyor. Frene bir kere basmadı şerefsiz. Baktık pantalonlar falan da topraklı. Dedim balığa mı gittiniz abi. Onun gibi birşey dedi, başka da bir şey demedi. Biz de fazlasını sormadık. Arada sohbet ettik. Bazen dediklerinden hiçbirşey anlamadık, tebessüm ettik. Hayatımın en uzun 45 km’siydi. Ama abiler ormana kimi gömdülerse gömdüler, bizleri kalacağımız hostelin kapısına kadar bıraktılar. Centilmen katiller. Sarıldık helalleştik. Akşama gelin dedikleri bara gitmedik tabiki. Hem korkmuşuz, hem de pestilimiz çıkmış; hala hayatta olduğumuza şükrederek günü kapattık. Otostopa tövbe ettik. Ama doğruya doğru, çok güzel ve macera dolu bir gündü…
Ertesi saba otobüse ilk binenler arasındaydım. Saat çalınca hiç ertele düğmesine basmadım, hemen kalktım. Sonraki birkaç gün de bu hızlı tempoda devam etti. Kısa zamanda ilerlemek bu ülke için doğru bir iş değil. Bir iki ara durak daha derken dünyanın macera başkenti olduğunu iddia ettikleri Queenstown şehrine vardık. Buraya gelenler uzun kalıp, yapılabilecek her türlü aktiviteyi yapıyor. Bungee Jupmping’den tutun Skydiving’e, ata binmekten kanyon maceralarına. Sonu yok. Galiba haklılar bu macera işi konusunda. Bütün ülke sınırsız aktivite ile dolu. Küçücük kasabalar bile bir aktivite ile özdeşleşmiş. İyi de pazarlıyorlar. Heryerden gençler akın akın geliyor. Doya doya eğleniyorlar, doya doya aksiyona katılıyorlar. Ülkenin her yerinde bir şey var. Queenstown da muhteşem bir yer. Dağların arasında, göl kenarında süper bir mekan. Eğlence deseniz, şehir uyumuyor zaten. Macera hakkını kullanmamış olanlar burada istedikleri gibi kullanabiliyorlar. Gölün kenarında yürüyüş parkurları, parkları var. Suyu çok soğuk gerçi. Rehber-şöför sallamadıysa yaz ve kış arasında sadece iki derece farkediyormuş suyun sıcaklığı. Ben girmeyeceğim için çok sallamadım açıkçası. Polisler de ayrıca kibar. Sahilde bir arkadaşla bira içerken geldiler. Ben şimdi sizi görmedim, duvarın arkasına atlayıp bitirin içkinizi, sonra da tozolun dedi. Yoksa “I have to lock you up” diye de ekledi. Alman arkadaşın “lock you up” kısmını “knock you out” anlayıp, heyecanla nasıl yani demesi polisleri bile güldürdü. İçeri alırım ile burnunu kırarım biraz farklı şeyler tabi. Biz de bilmiyorduk dedik, sonra da teşekkürler deyip sıvıştık. Burada da iki gün geçirdim. Maalesef pahalı aktivitelere katılamadım. Hergün hergün otobüs feleğimi şaşırttı zaten. Son gün de Christchurch kentine geçtim. Bu da tam gün sürdü. Uçak sabahın kör karanlığında kalkacak Auckland semalarına doğru. Ben de geceden geçtim havaalanına. Tam uyuyacak cillop gibi bir yer bulmuşken güvenlik burası yassah dedi. Uluslararası varış terminali serbestmiş. Ben de telefonların altına açtım uyku tulumunu, fındık fıstık yiyip uyudum. Heryerim tutuldu geceden. Auckland’a vardım. Bir iyi haber, fotoğraf makinesi edindim. Rio’da araklamazlarsa bir sonraki yazımı karnaval fotoğraflarıyla taçlandıracağım diye umuyorum. Az kıyafetli sambacı kızların resmi olacak bol bol. Zaten flickr’da istatistiklere bakıyorum. En kral fotoğrafa talep az, sahilde iki manita fotosu koydum, grafik tavana vurdu. Şaka bir yana, fotoğraf makinesiz kendimi çok kötü hissetmiştim. Umarım şu kısa kargaşadan sonra Latin Amerika’da her türlü şahlanacağım (fotolar ve yazılar açısından).
Yeni Zelanda’ya ilgili son bir kısa özet geçeyim isterim. İki ada da doğa harikası. Yemyeşil, masmavi, buzullardan gelen suların karıştığı göller camgöbeği renginde. Nehirler akıyor, foklar-yunuslar-balinalar denizde yüzüyor, hayvanlar heryerde geziyor. Otobüsle giderken kartalları havada görüyorsunuz, doldurulmuş bir şekilde BJK başkanına hediye edilmiyorlar. Bütün ülke şu eskiden TRT 2’de, yirmi dakikada muhteşem resimler yapıp teknikleri öğreten abinin tualleri gibi (Neydi adı, rahmetli olmuştu değil mi?). Etkilenmemek mümkün değil. Ben sırt çantalı gençlerin organize eğlence ve tur otobüsünde son bulmama rağmen dibim düştü. Doğa seviyorum diyen insan bu ülkeden ayrılamaz. Yaşanır mı burada derseniz, koca ülke nüfüsu İstanbul’un dörtte biri. Ben şahsen azcık şehir de sevdiğim için uzun süre yapabilir miyim bilmiyorum. Ama zaten huzurun peşindeyim diyorsanız, siz de atlayın, istisnasız her kasabada bir tane bulunan Turkish Kebab dükkanları kervanına siz de katılın. Az değil 10-12 dolara satıyorlar dürümü hemşolar… Bağ bahçe de var. Dolma da sarılabilir. Koyun deseniz ülke nüfusunun 20 katı. Avustralyalılar boşuna koyun sevici deyip makara geçmiyor bu Kiwilerle. Hem tandıra da doyarsınız. Maoriler tandır benzeri Hangi yemekleri pişiriyorlar. Balık da çıkıyor. Koca koca midyelere ayrıca dibim düştü. Ama dolmasını bilmiyorlar. Öğretmek lazım. İki mardinli transferle Yeni Zelanda midye dolma mafyası oluşturabilir. İçmeyi seviyorlar, bar çıkışında tanesi bir Yeni Zelanda dolarından gider midye dolmalar. Limonu da az sıkarsanız tasarruf ederseniz. Neyse, ben taktikleri verdim. Girişimcilerden sadece fotoğraf makinesine cüzzi bir katkı bekliyorum.
Sonuçta çok merak ettiğim bir ülkeydi. Görsel olarak sizinle fazla paylaşamasam da ben etkilendim. Her ülkede hissettiğim gibi keşke daha uzun, daha özümseyerek kalabilseydim diye hayıflandım. Ama önümüz karnaval. Hala bir iki komplikasyon olsa da umuyorum bir sonraki yazı ve fotoğraflar Rio’dan olacak. Bana şans dileyin. Zira ihtiyacım var. Önümüz karnaval. Gerçiye deliye hergün karnaval. Latin Amerika’ya nedendir bilinmez, şimdiden yakın hissediyorum kendimi. Bakalım ne kadar yakınmışım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder