En kısa zamanda yazacağım demiştim. En kısa zaman biraz uzun oldu. Ama mazaretim var. Oraya da geleceğim. Akşam binip metroya gittim otobüsün kalkacağı yere. Elimde Japonca bilet. Sora sora buldum nerden binmem gerektiğini. Vakit de var daha, turlayıp yemek aradım. Lunch Box tarzı kutuda hazır yemeklerde %50 indirim yapmışlar kalmasın diye. Malum vakit geç. Pilavlı balıklı bir kutu seçtim kendime. 1000 Yen yerine 500 verip mideye indirdim bir köşede. Tokyo Station’da otobüs bekleyenler doluşmuşlar. Ben de çöktüm yere. Dışarıda hava soğuk zaten. Otobüsler saati gelince kalkacağı durak gibi yere geliyor, sen de atlıyorsun içine. Verdik çantayı, bindik. 6C benimmiş, arkada dedi, git otur dedi şöför abi. Bindim yerimi buldum. Japon kızın biri çökmüş benim yerime. Eskiden bizim otobüslerde olduğu gibi iki kişiye satmışlar yeri diye korktum. İndik, şöförü bulduk kızla. Kızımız saftirik çıktı, arkadaki otobüste olması gerekiyormuş. Onu yolladık. Ben de yerime kavuştuğum için sevindim. Otobüsün bütün perdeleri kapalı. Dışarısı gözükmüyor. Biraz kıllandım. Alışık değilim etrafı görmeden gitmeye. Otobüsün kalkmasına yakın şöför ön taraftaki perdeleri de kapattı. Kapalı kutu gibi oldu mu? Oldu. Heryeri kapatma işini anlayamadım. Yolu görmüyorsun. Şöför efendi hatalı falan sollasa haberin yok. Gerçi Japon bu, yapmaz da, neme lazım. Kaderimi kabullenip koydum kafayı. Yarım yamalak uyudum. 23:00 otobüsü de sabah 06:20 de vardı Kyoto Garı’na.
Otobüsler Tren Garı’nın arkasında, kuzey tarafında duruyor. Benim Güney tarafına geçmem lazım. Normal şartlarda önceden yer ayırtan biri değilim. Sürprizlere açığım. Ama noel ve yılbaşı üstü ülke kalabalık. Ben de sakata gelmeyeyim diye internetten bir yer ayarlamıştım. Bu sebepten tarife sadık kalarak hosteli bulmam gerekti. İlk hedef güney tarafa geçmek. Kolay mı? Değil. Nasıl bir gar burası anlatamam. Herşeyden önce devasa. Benim zaten gözler daha açılmamış. Sabahın körü. Hava soğuk, esti mi kulaklar düşecek gibi oluyor. Yüklendim çantaları. Şurda geçerim herhalde diye yürümeye başladım. Git git bulamıyorum öbür tarafa geçecek yer. Ortadaki ara geçişi de kaçırmışım tabi. Başka yerlerden sırtta çantayla birsürü katlar inerek çıkarak nefes nefese varmayı başardım güney tarafına. Sonra da tarife uyarak dolanarak çok da uzak olmayan hostelimi buldum. İnternetten ayırtırken hostele varış saatini sordukları bir opsiyon da var. Ben de altı yedi arası diye seçmiştim. Varınca anladım ki bu opsiyonun benim kalacağım yer için bir geçerliliği yokmuş. Sekizde açıyorlarmış. Kapıda kaldım. Yolun karşısında açık bir yer gördüm. Baktım içeride insanlar bira içiyor. Gittim barmene “şurda biraz takılsam olur mu?” dedim. Tam anlaşamadık adamla. Bira var burada sadece dedi. O saatte de içilmez. Biraz ısınmak istediğimi kavrayamadı. Ben de pes ettim, çıktım otelin önüne geri döndüm. Sekize kadar asker olduk. Çorum’da nöbet tuttuğum günler geldi aklıma. Kaldırımda karoları sayıyordum. Burada da gelen geçen insanları seyrettim. Yan dükkandaki teyze çıktı, tertemiz kaldırımları süpürdü (demek ki bu yüzden tertemiz), sonra girdi dükkanına geri. Günlerden de Pazar. Millet köpeğiyle, bisikletiyle çıkmaya başladı sokaklara. Uzun lafı kısası, bir saat bekledim girmek için otele. Bu sefer de ikinci keleği yedim. Japonya’da hemen hemen her yerde check-in saati 15:00 ya da 16:00. İki yatak örtüsü değiştirmek nasıl 4-5 saat sürüyor hala anlamış değilim. Ama bütün tatlı dilime rağmen sokmadı bizi odaya. Bir duş aldım. Azcık ayıldım. İlk gün için attım kendimi dışarı.
Şehri gezerken, kaybolmuş kediler gibi küçük daireler çizerek ve daireleri büyüterek devam etmeye karar verdim. En yakın Tapınak olan Toji’ye yürüdüm. Japonya’nın 57 metre yüksekliğindeki en yüksek pagodası burada. Ahşaptan yapılmış bir bina için oldukça haşmetli ve güzel yapı. Geniş de alana da yayılmış. Güzel güzel yürüdüm içinde. Japonya’da hoşuma giden şeylerden biri de, o modernitenin içinde tarihi yapılara girdiğin zaman kendini dışarıdan soyutluyorsun. Belki sadece ben böyle hissettim ama gezerken zaman yolculuğu gibi oluyor tarihi mekanları. Zaman yolcuğunundan tekrar şehre dönüp otelime yakın olan Tofukuji Tapınağına devam ettim. Harika bir muhitten yürüdüm. Daracık sokaklar, en fazla iki katlı, küçük ama şirin evler. Alt katlarda çeşit çeşit sevimli dükkanlar. Temizlikten ve düzenden yine bahsetmiyorum. Herkes her yere çiçek koymuş. Hava da açmaya başladı. Keyiflendim. Aralardan girişi bulup yine başka bir dünyaya geçtim. Bu zen tapınağı da haşmetli ahşap yapıları ve bahçeleriyle derin derin nefes aldırdı. Dolandım, baktım, fotoğraf çektim. Arka taraftaki tapınağa geçiş için yanılmıyorsam 400 Yen verdim. Önceki tapınakta da bu civarda bir para ödemiştim. Japonya’da tapınak gezmek ucuz bir uğraş değilmiş. Kaderime razı oldum. Elimde biletime bakıp yürürken köprüye geldim. Derin vadinin üzerinden sağa sola bakıp ağaçların kış manzarasını seyrettim. Parayı helal ettim. Her haftasonu Kyoto’ya gelmiyorum nasıl olsa. Geçtiğim tarafta da şirin bahçeli tapınağı turladım. Kış mevsimi olmasından dolayı ziyaretçi sayısı az. Japonlar da çoğunluktaydı gittiğim yerlerde. Burdan çıkıp genişten alarak, baştan gezdiğim yerleri bir daha alıcı gözüyle seyrederek çıktım. Aynı güzel muhitten yürüyerek hemen yakındaki Fushimiinari Shrine’a vardım. Pazar günü olmasından dolayı burası çok insan çekmiş. Girişte biraz oyalanıp kızıl kolonların arasından geçerek yürüdüm. Her kolonlu yol başka düzlüğe çıktı. Bir yerde baktım iki gönüllü genç ellerinde kova ve bezlerle parlatıyorlar etrafı. Gönüllü dedim, zira bu iş para karşılığı yapılacak iş değil. Zaten renklerin canlılığından sürekli temizlendikleri belli. Kolonlu yollardan devam ederek çıkışımı buldum. Beş dakikada yürümüşüm gibi gelebilir ama ayaklarda derman kalmamıştı. Zaten vakit dar. Gittim tren istasyonuna trene atladım. Kaç paralık bilet almalıyım kısmını çözene kadar tren kaçıyordu az daha. Allahtan rehber bir Japon hanfendi 200 Yenlik alcan sen yiğidim deyip bana makinede yardımcı oldu. Trenden inince de iş bitmedi tabi. Kiyomizudera Tapınağı dağın yamacında oldu için doğu istikametinde yürümeye başladım. Yokuş yukarı bolca ter atıp 20 dakikada vardım. Burası da ana baba günü olmuş. Baştaki sakinlik buralarda yok. Araya kaynayıp ben de insanlarla yol almaya başladım. Bu tapınak yamaçta ve fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere, yüzlerce ahşap kolonun üzerine inşa edilmiş. Havada asılı bir yapı. Ormanın dibinde, dağın yamacında. Doğa yine muhteşem. İnsanlar keyifli. Buradan da çıkmam vakit aldı. Dönüşte yokuş aşağı ecevit vitesi yaptım. Boşta indim. Zaten daha yatak görmemişim. Son bir hamle Gion’a gittim. Gerek gece hayatı, gerek Geyşaları görme ihtimali. Etrafta çok klas tatlıcılar, restoranlar, dükkanlar mevcut. Ama detaylı gezemedim. Çok yorulmuştum. Can vermek üzereyken otobüse atlayıp hostelime döndüm.
Akşam biraz oyalanıp yatmışım. Akşam 23:00’de odaya girdik, ertesi akşam otobüs yolcusu olduğum için de sabah 11:00’den önce check-out etmem gerekiyor. Bu mekanda kaldım mı, kalmadım mı anlayamadım. Sabaha kalktım ama son günlerşn temposundan dolayı hala dinlenmiş değildim.
Ama akıllı adamım ben. İkinci gün için günübirlik otobüs pass’ı aldım. 500 Yen veriyorsun, bütün gün sanki babanın otobüs ağıymış gibi, ordan oraya atlıyorsun. Tek biniş zaten 220 yen. Zevk için, manasız otobüslere binsen binilir yani. Ama ben kesinlikle kötüye kullanmadım bu bileti. Kyoto’nun otobüs ağının hastası oldum. Haritada nerden hangi hatların geçtiği, nerde inip binip değiştirmen gerektiği, numaraları, herşey çok net. Tokyo’nun Metro ağı mı, Kyoto’nun otobüs ağı mı deseler, ikisi de benim öz evladım gibi, ayıramıyorum. Şu İstanbul’u Japonlara devretsek olmaz mı yahu bu arada? 15 sene sonra yine fethederiz, bir üçkağıt açarız olur biter. Alırız geri. Ulaşımı adam ederse ancak bu millet edebilir bence. Methiyeleri burada kesip Kinkakuji Tapınağına dönelim. Otobüs durağının hemen arkasındaki Seven Eleven’dan ucuz ve absürd ürünlerle tıkındıktan sonra otobüse atlayıp, bir aktarma yapıp Altın Tapınak da denen mekana vardım. Tabi burada da paramızı verip girdik. Oldukça meşhur olan bu tapınak ta kalabalıktı. Harika göletin içinde mini mini adacıklar, üzerlerinde ağaçlar, arkada da benle beraber gelen güneşin parlattığı altın renkli tapınak tam kartpostallık görünüyordu. Kalabalıkla beraber burayı turlayıp parlayan tapınağın fotoğraflarını çektim. Sırada Ryoanji Tapınağı. Burada da muhteşem bir gölet karşıladı beni. Yeşilli kahverengili renklerde ağaçlar bitkiler, hafif bulutlu mavi gökyüzü tam tabloluk. Göle doğru eğilmiş ağaçlara destekler yapılmış, her yere güzel bakılmış. Rengarenk. Göletin etrafından dolaşıp tapınağa girdim. Burada çok meşhur bir taş bahçesi var. Düzenlenmiş kumların çeşitli yerlerine yerleştirilmiş kayalar mevcut. Derin manaları olduğuna emin olsam da ben o kadar derin değilim sanırım. Hala ağaçlı bitkili bahçeler daha çok ilgimi çekiyor. Oturup bu kayalara bakan insanların suratından da anladığım kadarıyla da onlar da pek mana veremiyor gibiydiler. Gerçi oturup uzun uzun bakmayı salık veriyorlar. Ama ben de o kadar sabır da vakit de yok. Ben de göletin ters tarafından dolanarak buraya veda ettim. İki ayrı otobüse binerek Daitokuji Tapınağını buldum. Buranın da bahçeleri güzelmiş. Her bahçe halka açık değildi. Üç tanesini ziyaret etmek mümkün oldu. Her birinin girişi ayrı, ayrı ayrı bilet alarak girdim. Klasik Japon evleri ve huzur veren bahçeleri gezdim. Bazı Japonlar gelip verandada oturup uzun uzun bahçeleri seyrediyordu. Adamların dinginliğine özenmemek elde değildi. Gezdiğim son bahçe ise insanın hayatının akışını, olgunlaşma sürecini ve hayattan sonra aktığı okyanusu sembolize eden Zen bahçesiydi. Elinize ingilizce açıklamaları olan bir dosya veriyorlar. Burada her taşın, düzenlenmiş kumların neyi sembolize ettiğini anlatan metinler var. Sadece taş, bitki diye baktığımız şeylerin ne amaçlı orada olduğunu anlayınca daha bir keyif veriyor. Bütün bu tapınakları gezerken akşamı ettim. Her giriş çıkışta ayakkabıyı çıkar giy derken ayakları soğuktan hissetmez oldum. Sanırım ilkbaharda gezmek en az üç kat daha zevkli olurmuş Kyoto’yu. İkinci günü otobüse atlayıp şehir merkezini ziyaret ederek bitirdim. Işıklı caddeler, alışveriş merkezleri de bütün bu ruhani yerlerin yanısıra hayatın içinde, şehrin göbeğinde. Japonlar modernlik ve gelenekselliği iyi harmanlamış.
Kyoto’yu elimden geldiğimce anlatmaya çalıştım. Ama burası da Hindistan’da, Varanasi’de ölülerin yakıldığı anı anlatmak gibi zor bence. Metro’yu, otobüsü, teknolojiyi, insan davranışlarını betimlemek, gezdiğim gördüğüm bahçeleri, tapınakları anlatmaktan daha kolay. Böyle yerler görülmeli, koklanmalı, yaşanmalı, yürünmeli. Hepsi bir bütün.
Sonunda otele döndüm. Otobüse de iki saat var. Azcık zaman öldürüp yollara düştük yine. Otobüsle Tokyo’ya. Sabah metroyla kalacağım diğer kapsül otele gittim. Check-in öğleden sonra dörtmüş. Adam halimi görüp acıdı herhalde. Bir battaniye verdi, çık yukarı ortak alanda koltuğun birinde devril dedi. Çıktım. Tam içim geçmişti, geldi aynı amca. Sessiz olursan al senin tabutun anahtarları bu dedi. Git yat. Çok kral adammış. Bir yattım kalkamadım. Uyanınca az biraz daha Tokyo turu attım. Akşama da hosteldeki otomattan üç adet büyük Asahi birası yuvarlayıp yamuldum. Son gün az biraz daha gezdim. Havaalanı trenle iki saat çekiyor. Uçak akşamüstü. Trenime atlayıp Narita Havaalanına yollandım. Son yenlerle bir sashimi tabağı aldım. Wasabinin hepsini kattım soya sosuma. Gözüm yaşarsa, burnumdan gelse de hepsini yedim. Hastasıyım wasabinin. Uçak kalktı. Acaip bir türbülansa girdik. Seyahat buraya kadarmış dedim. Sonra çıktık. Yemekle bir şarap, akabinde de bir jim beam yuvarladım. Japonya’yı düşündüm. Buraya zengin olup uzun uzun gelmek lazım. Çok kendisine özgü bir kültür. Harika insanları (çantamı arayan iki memur hariç), doğası, gelişmişliği ile hayatın bir döneminde burada yaşamak lazım dedirtiyor insana. Kimbilir, belki birgün tekrar gelir daha etraflı gezerim. Yorgunlukla viski kana karıştı. Ben de bayıldım. Yarın da yılbaşı. 2000’li yılları da yedik neredeyse. Bakalım Avustralya’da nasıl kutluyorlar yılbaşını.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder