Bu kentte de biraz şehir turu yapıldı haliyle. Little India ve Chinatown burada da mevcut, ama yazmaya gerek bile yok zaten. Her zaman ki gibi renkli mahalleler buralar. Yemeklerden de bahsetmiştim. Hint Lokantalarını çok başarılı buldum şahsen. Ama öncelikle kaldığımız yerde çalışan Eddie isimli, Çin kökenli, ellili yaşlarda olan abiden bahsetmem gerekecek. Bu güleryüzlü abi herşeyi bilen tiplerden. Canayakın da olunca gittik ilk gün sorduk kendisine, nerede iyi yemek yeriz diye. Kısık sesle, sır veriyormuş gibi “ok, bak şimdi, burdan aşağı doğru kaptırın gidin, şu sokaktan sola dönün, Kapitan’da yemek yiyin, hem lezzetli hem ucuz” dedi. Dinledik kendisini, pişman olmadık. Ertesi sabah Kahvaltı için tabiki Eddie’yi bulduk. “ok, hiç uzağa gitmeye gerek yok, ilk sokaktan sağ, adını hatırlamıyorum ama bilmemne cafesinin yanında çin lolantası var, direk oraya gidin” dedi. Gittik, yerel insanlar afiyetle tıkınıyor. Biz de aynısını yaptık, yine pişman olmadık. Alşamüstü Eddie’yi bulduk. Bu sefer güzel kızlar nerede Eddie Baba diye sorduk. Yaklaştı ve her zamankinden daha kısık sesle “Bu iş Penang’da illegal, ama çok iyi bir biliyorum” dedi ve sırıttı. Biz de Eddie’ye yanlış anladın abi, biz bar / mekan anlamında sormuştuk dedik. Tabiki yine bir yerler tarif etti bize. Gittik, ve eğlendik. Çok yaşa Eddie diyorum, başka bir şey demiyorum.
Bu kentte olduğum sıralarda hala vize peşinde olduğum için, ve işler de ağırdan ilerlediği için oldukça acelesiz takıldım Penang’da. İkinci ya da üçüncü gün de arkadaş gel gidip Ulusal Parkı gezelim dedi, bu kadar şehir yeter. İyi dedim, atladık otobüse. Biraz aksiyon lazım. Vardık baktık, yürüyecek pek çok yol var. Biz Monkey Beach isimli plaja yürümekte karar kıldık. Üç km mesafede olması ve çok tırmanışlı olmaması makul gözüktü. Gerçi parka girmeden de bize maymunlara dikkat edin uyarısı yaptılar. Anlayamadım. Bu sevimli hayvanlardan ne zarar gelir ki? Elalemin yemeğine falan dalıp, kapıp kaçıyorlarmışmış, biraz agresiflermişmiş. Ben kulak asmadım. Uzak akrabalarımızdan bize zarar gelmez diye düşündüm. Başladık yürümeye ama cillop gibi pabuçlar otelde çantada tabi. Ben yine terliklerle tropikal orman yürüyüşü yapıyorum. Tam doğa tipi biri değilim sanırım. Fena gitmedik ama, ve sonunda plaja vardık. Çok fazla maymun da yoktu ortalıkta. Birkaç haşarı yemek var mı gibilerinden yaklaştı. Baktılar yemek yok, gittiler. Plajın en sonunda biraz daha kalabalık bir grup vardı. Onlara yanaştık. Benim Avustralyalı arkadaş zaten maymunları sevmediğini yineleyip duruyor. Manyak mısın olum, bak ne sevimli yaratıklar bunlar diye ikna etmeye çalışıyorum elemanı. O durdu geride, ben biraz daha ilerledim sevimli dostlara doğru. Ama kalabalık oldukları için ben de bir yerden sonra geri döndüm. Rahatsız etmek olmaz aile yemeğinde. Dönüşte üç dört tane tane daha vardı sahilde. Bunlar gayet masum oturuyorlardı. Ben de fırsat bu fırsat deyip bir iki kare fotoğraf çekmeye karar verdim. Bir fotoğraf, iki fotoğraf falan derken ve makineden bakıp üçüncü fotoğraf için ayar çekerken, o sevimli çitanın suratı virüslü filmlerde ki salgını başlatan maymunun suratına döndü, bir hışımla kalktı ayağa, dişleri göstererek beni kovalamaya başladı. Elde kamera, ayakta terlikler, bir taraftan da popoyu ne zaman ısıracak diye geriye bakarak, kuma bata çıkarak 30 metre kadar kaçtım. Bungee yaparken bile bu kadar korkmamıştım. Neyse ki durdu şerefsiz maymun bir yerden sonra. Bırakın sülalesini, belki ortak atalarımızı kapsayacak kadar, 5-6 milyon yıl gerilere kadar giderek sövdüm sülalesine bu maymunun. Tavuğuna kış dedik sanki. İki fotoğraf çektik sadece. Maymunla maymun olmamak lazım dedim kendi kendime ve artık maymunları sevmediğime karar verdim. Terlikleri geçirip ayağa geri döndük. Sinirimi bozdu pis maymun. Yine de doğa yürüyüşü oldukça iyi geldi ayaklara bacaklara ciğerlere.
Şimdi sizlere Penang seyahatime damgasını vuran BH’den bahsedeceğim. Bizim Avustralyalı arkadaş, memleketinde tur rehberliği yaparken BH denen Malezyalı abiyle tanışıyor. Kaynaşıyorlar. BH de gelince ara beni diyor. Arkadaş da aradı. Ben tabi adamla ilgili tamamen fikirsizim. Bir sabah geldi aldı bizi arabasıyla. Hadi bizim arkadaş tanıyor, ben tam dış kapının dış mandalı. Merhaba dedik tanıştık. BH 60 yaşında, çin kökenli Malezyalı bir abi. Ama cin gibi. Her halinden akıllı adam olduğu belli. Bizi rehber kitapla gezen turistin haberinin olmadığı, olsa bile kendi başına gidemeyeceği yerlere götürdü. Önce Arkeoloji müzesini ziyaret ettik. Çok büyük bir müze olmasa da ilginçti. Müzenin bulunduğu bölgeye ilk yerleşenler Hintlilermiş. Resmi tarihte pek bahsedilen bir şey de değilmiş bu. Ama kalıntılar, sanat eserleri vs. hep bu doğrultudaymış. Gezdirirken de bildiklerini paylaştı bizimle BH. Arabada yemek muhabbetleri başladı. Bizim arkadaş mideye düşkün, ben zaten öyle, BH de en az bizim kadar meraklı. Bir lokantaya götürdü bizi. Çin yemekleri yapıyormuş burası. Herkesin bilmediği fakat lezzeti harika olan bir yermiş. Masayı donattı hemen. Bir tür yosun, bir çeşit tofu, acaip soslu bir balık, domuz rosto geldi. Yarım saat sonra tabaklar boş gitti. Balığın kellesini beynine gözüne kadar yedim. Adam baktı biz zaten yemek dışında başka bir şey konuşmuyoruz. Bunları susturmanın en iyi yolu budur diyerek ve eşini de alarak bizi üç gece harika yerlerde yemeğe davet ettiler alıp götürdüler. Her akşam başka bir mutfak seçmeye de özen gösterdiler. Bir akşam hint, bir akşam malezya, bir akşam deniz ürünleri derken en az üç kilo koydum göbeğe. Nasıl yediysem, her akşam gidip erkenden uyudum çünkü kıpırdayacak hal kalmamıştı. Her yediğimi yazmaya kalksam vakit yetmez vallahi. BH ve eşi Ivy ile böyle dost olduk. Her türlü konuyla ilgili sohbet ettik ve çok şey paylaştık. İlginç hayat. Aklıma hiç altmış yaşında Malezyalı bir dostum olacağı gelmezdi. Ama tanıştığıma bir o kadar memnunum bu aileyle. Ben de bir gün sizi gezdireceğim, yedirip içireceğim dedim onlara. Hakkaten de tutacağım sözümü bir gün.
Penang kültürel seyahatten çok ziyafet havasında geçti. BH bizi doyurmadığı zamanlarda sokak lezzetlerini denedik. Penang’ın yemekleri ile ilgili çok ve pozitif şeyler duymuştuk. Çoğu doğruymuş. Daha önce de söylemiştim, beklemede olduğum için acelem yoktu. Burada uzun uzun takıldım, tadını çıkardım. Baktım bazı arkadaşlar Langkawi isimli duty free adaya devam ediyor. İyi dedim, ben de geleyim. Nasıl olsa bizim plan badem oldu.
Atladık feribota, otobüse ve bir feribota daha, vardık Langkawi’ye. İner inmez feribottan girdik duty free dükkana. Baktık fiyatlar makul, bir şişe Captain Morgan Spiced Rum alıp attık çantaya. Feribotta tanıştığımız çiftle taksiyi paylaşıp Pantai Cenang plajına yollandık. Gecko Guesthouse’ı bulduk. Gecelik 15 ringgitmiş. Ortam da güzel. Yerleştik buraya. Unutmadan şunu da söylemem lazım; Malezya’da enterasan insanlarla tanışmakta sınır yok sanırım. Feribot sırasında da yaşlı bir Malezyalı abiyle sohbet etmeye başladık. Adam meşhur bir mimar çıktı. 1959-1965 arası Oxford’da okumuş. Öğrenciliği sırasında 250 dolara Avrupa’yı gezmiş. Malezya’da Camilerden tutun da hapishanelere kadar pek çok meşhur yerin mimarlığını yapmış. Hatta hayatını anlatan bir kitap da yayımlanmak üzereymiş. Şanslı adamım herhalde. Feribotta da yanyana oturduk. Uzun uzun sohbet ettik. Hatta kitabını imzalayıp hediye etti bana. Birkaç imla hatası varmış, tek tek bulup kalemle düzeltti. Yakında Türkiye’ye gidecekmiş bir haftalığına. Ben de biraz fikir vermeye çalıştım. Adaya varınca helalleştik. Zaten iş için gelmiş, acelesi vardı. Bu abiyi de tanıdığıma oldukça memnun oldum.
Adaya dönersek, burası lokaller arasında da popüler. Malezya’nın pek çok yerinden insanlar geliyor. Tayland sınırına da yakın. Malezya ve Tayland arasında gidip gelenler de uğruyor birkaç günlüğüne. Turistlerin yarısı İsveçli olmalı bu arada. Hükümetleri para falan ödüyor herhalde vatandaşlarına buraya gelmeleri için. Bu kadar İsveçli İsveç de yoktur. Finlilerde mevcuttu tabi. İskandinavlar seviyor olsa gerek burayı. Neden sevmesinler ki? Plajı güzeldi bu adanın. Denizi sıcak. Gelgitlerle genişliyor daralıyor gün içinde kumsal. Güneşi de sağlam yakıyor adamı. Burnum hala soyuluyor buranın güneşinden sonra. Sahilde bir de Babylon var. Akşamları canlı reggae çalıyorlar. Güneydoğu Asya’da reggae sevmeyen ülke yok herhalde. Bu kanaate vardım bir kez daha.
Adada yapılacaklar haliyle gündüz deniz kum, akşam sahilde bir iki bira. Sonra Babylon Bar. Bakkaldan alınca bira iki ringgit. Bir iki tane edinip sahilde yuvarlıyorsunuz. Tuvalet ihtiyacı çok ciddi bastırınca gidip Babylon’a oturuyorsunuz. Burada da bira beş ringgit. Adada günler böyle geçti. Şansıma kaldığımız yerde de iyi insanlar vardı. İyi kadro olunca baya eğlendik. Benim vize işi belli olmadığı için gidecek yerim de yoktu henüz. Görmek istediğim yerlerin çoğunu gördüm zaten. Doğu kıyısının da mevsimi değil. Ben de burada beklemeye aldım kendimi. Konsolosluktaki bayan da çok ilgili sağolsun. Bana mail atmıştı Salı günü. Hemen cevapladım. Cuma günü de aradım durum nedir diye. Almadım attığın maili, bir daha atar mısın dedi. Ne diyeceksin? Attım bir daha. Durumumu bir kez daha anlattım. Gün içinde sana mail atacağım dedi. Akşamüstü baktım, yollamamış. Araya da haftasonu girdi. Kaderde üzülmek varmış dedik. Yapacak bir şey yok. Haliyle şu anda plansız bir halde ne yapsam diye karar vermeye çalışıyorum. Noel ve Yılbaşı da gelmek üzere. Tümden mi çıkarsak plandan Avustralya ve Yeni Zelanda’yı. Gidip biraz Endonezya mı görsek… Bakalım. O hanfendiye bir şans daha vereceğim sanırım. Ama yanıt alamayacağıma da eminim. En iyisi gidip Kuala Lumpur’da duruma bir göz atmak. Olmazsa da ordan devam edecek bir yer bulunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder