Seyahat Arşivim

Ücretsiz seyahatler. Gezilebilecek ve huzur verici konumlar. Kamp ve Piknik alanları.

Random Posts

LightBlog

Breaking

8 Ocak 2009 Perşembe

BREZİLYA / ALMANYA
(Salvador, Frankfurt)
Aralık 2008






Seyahat'e meraklı her Türk evladı gibi bizim de yıllardır Güney Amerika’ya gitme planımız vardı ancak Türkiye çıkışlı bilet fiyatlarının el yakması nedeniyle plan olarak saklıyorduk.
Geçenlerde aklıma bir fikir geldi: Avrupa’dan G. Amerika’ya mutlaka charter şirketleri vardır, buradan da Avrupa’ya charter var, neden ben bunları kombine etmiyorum dedim, ve ettim. Olmuşken de son yıllarda sürekli müziklerini dinlediğim Brezilya olsun bari dedim, zira kulağımda Antonio Carlos Jobim, İzmir kıyılarında bisikletle dolaşırken kendimi hep Copacabana’da hayal ediyordum.



İlk denememde Lufthansa’dan 3 kişilik bileti 4500 liraya buldum
( Bu sefer Can’ın da yurtdışına gidebilecek kadar büyüdüğüne karar verdiğimizden beraber gideceğiz)



Hatta arkadaşım Elif'in önerisiyle Can için ayrı bir fotoğraf makinesi ayarladık, o da kendi gördüğü Brezilya'yı çekecek.



Ertesi sabah Trek Turizmi aradığımda öyle bir bilet olmadığını söylediler, “Olur mu ben ekrada görüyorum” diye sayfayı tekrar açtım, bir de ne göreyim; benim 4500 okuduğum fiyat 45 000 liraymış, yıkıldım!


Yeni İzmir Dış Hatlar Terminali

Depresyonum geçince bir gayret aramaya devam ettim.
Bir hafta boyunca her boş vaktimde gözlerim ve beynim sulanana kadar ekran başında çeşitli ülkelerden çeşitli ülkelere, çeşitli tarihlerde promosyonlu bilet baktım, en sonunda Condor Air’da 580 euro’ya Frankfurt çıkışlı bir Salvador (Bahia-Brezilya) uçuşu buldum.
Sunexpress’ten de İzmir Frankfurt uçuşunu 220 euroya ayarlayınca tek sorun kaldı: Bu biletler sadece kredi kartıyla alınabiliyor ve benim kartımın limiti elbette ki yetmiyordu. Harun’un platin kartıyla biletleri alıp parayı elden verdim ve hazırlıklara başladık.



Couchsurfing, Hospitalityclub gibi site ve organizasyonlar dünya çapında insanların birbirinin evinde kalmasını, birlikte vakit geçirmesini hedefliyor. Bu sitelerde ücretsiz olarak kendini tanıtan bir profil oluşturduktan sonra gideceğin şehirdeki üyelere yazıp kabul ederlerse evlerinde kalıyorsun. Bunun karşılığında senin birisini ağırlama zorunluluğun yok, tamamen gönüllülük esasına dayanıyor, hatta sitenin çalışanları da gönüllü.
Bence dünya barışına, halkların birbirini tanımasına yönelik çok parlak bir fikir. Uzun süredir bu organizasyonları bildiğim halde hem tembellikten, hem de seyahate hep son anda karar verdiğimizden daha önce bu yolu hiç denememiştim. Aslında yabancı birinin evinde kalma konusunda anlaşabilecek miyiz vs gibi tereddütlerim de vardı. Seyahate 20 gün zamanımız olduğundan Tijen’den aldığım gazla populasyonu bizim kafamıza daha yakın görünen Couchsurfing’i denemeye karar verdim.



Biletleri aynı güne denk getiremediğimden giderken bir gece Almanya’da kalmamız gerekiyordu. İnternetten anlaşıldığı kadarıyla havaalanına yakın en ucuz otel de 70 euro ydu. Frankfurt ve Salvador’da kayıtlı, tipi düzgün 40-50 kişiye mail atıp kendimizi tanıttım, evlerinde kalıp kalamayacağımızı sordum. İki şehirden de de üçer kişi olumlu yanıt verdi.



Bayramın 2. günü İzmir dış hatlar’dan, sevgili İşbankası’ında kahvaltı ederek havalandık, saat farkıyla akşamüstü Frankfurt havaalanına indik. Özellikle Sırbistan ve Avusturya üzerinde havada çok fazla askeri jet gördük.



Bazıları bayağı yakından, altımızdan geçti. Yerden jet seyretmesi zevkli ama havada bir başka oluyor(biraz da tırsıtıyor) Evinde kalacağımız Silke’nin tarifiyle önce havalanından trene binip Hauptbahnhof’a, sonra da tramvayla 40 dk uzaklıktaki Fechenheim Post’a vardık.



Trene binerken bilet alıp almama konusunda yine tereddüt yaşadım, istasyonda fikrini sorduğum bir Türk, ilerdeki izbandut gibi üniformalı görevlileri gösterip ‘işte bunlar kontrol ediyor bazen biletleri’ deyince kombine olarak iki bilet aldım(2 x 3,60), yine kontrol olmadı, gitti 15 lira.
Silke bizi 1.5 yaşındaki oğlu Liam ile tramvay durağında karşıladı,



Eve gittik, çay içip sohbet etik. Can'la Liam hemen çocukların evrensel dilinde kaynaştı



Silke yoga öğretmeni, eşi Paul ise Amerika’lı bir IT mühendisiymiş.
Sıcak samimi bir genç hanımdı.



Biraz dinlendikten, hediyelerimizi verdikten sonra (Biraz incili kaftan gibi gittik, bir Bahadır Baruter albümü, bir sufi müzik CD’si, Silke için amatist bir kolye ve 250 gram zeytin) Frankfurt’un meşhur Christmas Market’ine gitmek üzere evden çıktık. Bu sefer cebimde kalan bozuk parayla tramvay için tek bilet aldım (2,20, aslında cezası da çok korkulacak birşey değilmiş, kişi başı 40 euro, ama insan yakalanıp mahçup olcam diye geriliyor; en azından bir yaştan sonra...) Bu sefer de kontrol olmadı, 5 lira daha boşa gitti.



Meydan çok kalabalık, anacık babacık günüydü.
Ortasında büyük şatafatlı bir karusel
(atlıkarınca) vardı.



Her yıl aynı yere kurulurmuş, bu yılbaşı marketi de çok eskilerden beri süren bir adetmiş (Sunexpresin uçak dergisinden öğrendik).



Bir sürü tezgahta incik boncuk, yılbaşı süsü vs. nin yanı sıra



İmbiss dene ayaküstü atıştırma büfelerinde kestane kebap, muhtelif sosis, tatlılar, ve glüchwein dedikleri sıcak şarap satılıyor, millet de buz gibi havada ayakta bunları götürüyor.



Bir büfede kocaman salıncaklı bir ızgarada muhtelif ızgaraları odun ateşinde pişirip satıyorlardı.



Çocukların dünyayı nasıl gördüğü konusunda bir fikir vermesi açısından aşağıdaki fotoğraf da aynı tezgahın Can'ın bakış açısından görüntüsü.



Biz de ufak tefek hatıralık aldıktan sonra bir tezgahın önündeki masaya dayanıp birer şarapla sosisli (frankfurter) yedik ( her biri 2.5 euro)



Şarapları koydukları seramik kupalara da 2.5 euro depozit alıyorlarmış, ben de millet bunları asla geri vermiyordur diye düşünmüştüm.
Eve dönerken artık bilet almadım.
Silke "Şu çocuğa bakıver ben otomattan bilet alayım geleyim” dedi, boşver sen de almayıver dedim, onun da hoşuna gitti, “Ben zaten öğrenciyken hiç almazdım" dedi, eve biletsiz geldik.
Silke’nin eşi Paul işten gelmiş, bol sarımsaklı soslu spagetti yapıyordu.
Bize aç mısınız diye sordular. Biz de kibarlık olsun diye
"Pek değil” dedik.



Aaaa! Hiç ısrar etmediler, bir daha da sormadılar, oturdular bize vermeden bir güzel yemeklerini yediler.
Paul zeki olduğu halinden tavrından belli olan bir arkadaştı, baştan bizimle hemen hiç konuşmadı ama ben bizim konuşmaya değer olup olmadığımızı tarttığını hissettim, uykum olmasına rağmen Neşe gibi erkenden yatmadım.



Sohbet edeceğim diye uğraşmadan kitap okuyarak yemeklerini bitirmelerini bekledim. Hiç sohbet etmeden yatsak onlar kötü bir misafirperverlik örneği göstermiş olacak, ben de evlerinde kaldığım için rahatsızlık hissedecektim. Üzerine düşmeyince biraz sonra geldi şarap ikram etti, hayat, doktorluk vs üzerine epey sohbet ettik.



Amerika’da, Burning Man festivalinde tanışıp, evlenmek için de yine aynı festivale gitmişler.



İkinci kadeh şaraptan sonra midem acımaya başladığından ben de kibarlığı bırakıp aç olduğumu söyledim, spagettinin kalanını ısıttık, yedim.
İki şişe şarabın üzerine bir de grappa içip vedalaşıp yattık.
Sabah 5 te kalktık, birer kahve içip kapıyı çekip çıktık, tramvay durağına geldik, yine bilet almadım.



Totalde 25 euro’luk şehir içi seyahatimiz için 10 euroluk bilet almış oldum, yurtdışı çıkış haracını Almanlara yüklemiş olduk.
Tramvayda sabahın köründe fabrikaya giden işçiler vardı.



Havaalanına giderken önlü arkalı iki cam kenarı birden alalım, 11 saatlik gündüz uçuşu, hem Almanya'yı hem Brezilya'yı seyrederiz diye havalı havalı plan yaparken Condor'un check in görevlisi Can’ın Neşenin pasaportuna işlenme tarihinin eski olmasına taktı, usulsüz yolcu gönderirlerse Brezilya uçak şirketine ceza kesiyormuş, falan filan, telefonlar etti, bizi epeyce bekletti.



Sonunda gidebileceğimizi aklı kesti ama elbette hiçbiri cam kenarı olmayan üç ayrı koltuk verdi, "Kapıda birleştirirsiniz” dedi.
Nitekim kapıdaki görevli Türk genç kızlar bize ortada sıradaki yanyana üç koltuğu verdiler.



Uçak sabah 9 da kalktı, önce bedava birer içki (bizim için campari-portakal), sonra yemek, snack, ve bir daha yemek verdiler, üç film gösterdiler.
İlki iyiydi ama ben uyuyakaldım. Sonuncusu karısını öldürmeye çalışan bir adamla ilgili bir komediydi, fena değildi.
Condor’un uçakları yeni, hizmeti güzel, charter gibi değil. Ancak ilk içkiden sonraki alkollü içkiler ve kulaklık paralı (3 euro)
Yanında kulaklık götürmek isteyenlere uyarı: Condor’da tek jacklı kulaklık kullanılıyor.
Uzun uçak yolculuklarınında millet o kadar sıkılıyor ki uçağın içi bir süre sonra Çarşamba pazarı gibi oluyor, herkes ayakta birbiriyle muhabbet ediyor, yeni arkadaşlıklar kuruluyor.



Uçaktaki bidolu çocuk da birbirleriyle kaynaştı, yol boyunca çeşitli oyunlar oynadılar, uçak battaniyeleriyle kral oldular.



4 saat farkıyla ( Almanya ile olan 1 saati de katınca 5 ) akşamüstü 4 30 gibi Salvador havaalanına indik. Buradaki Couchsurfing evsahibimiz Andrea bizi havaalanında karşılayacağını, ancak aynı gün evinde kalmak için iki İspanyol kızın da bizimle aynı saatlerde Salvador’a geleceğini, sorun olup olmayacağını yazmıştı, biz de tabi “ne sorun olcak” demiş idik.
Bagajlarımızın gelmesi 1 saati buldu.
Luís Eduardo Magalhães Havaalanı hizmet açısından berbat bir yer:
Uçağa binmek de, inmek de çok eziyetli.



Andrea’yı kapıdan çıkışta, Can’la yaşıt olan kızı Alanna’nın yaptığı resmin arkasına kendi adını yazmış bizi bekler bulduk. Ayaküstü tanıştıktan sonra 1 saat daha bizim hemen ardımızdan inen Portekiz Havayollarının uçağıyla gelecek İspanyol kızları bekledik ama kapıdan çıkmadılar.
Hatta Andrea soruşturmaya gittiğinde resmi Neşe tuttu.



Sonuçta kızlar haber vermeden gelmediler ve ayıp ettiler, inşallah başlarına bir iş gelmemiştir.
Saat 18 30 gibi havaalanından çıkabildik, hava kararıyordu. (Burada hava sabah 5 gibi aydınlanıp çok erken kararıyor, halk da biraz buna göre yaşıyor. Sabah 7 de herkes ayakta, gece 10'dan sonra da sokaklar boşalıyor, dolayısı ile Türkiye ile aradaki 5 saatlik farkı çok hissedilmiyor.
Havaalanının çıkışında bambularla örtülmüş güzel bir yol var.



Ben havanın sıcaklığı ve üzerimdeki eşofman altıyla sucuk gibi terlemiştim.
Arabada Andrea hemen klimayı çalıştırınca “Klimayı kapatıp camları açsak...” dedim.



“Camları açmak pek iyi değil” dedi
“Hava kirliliği mi?” dedim
“Yok kapkaç açısından, otobana çıkana kadar açmayalım” dedi ve ilk sorusunu sordu:
“Neden Brezilya?”
Dilimin döndüğü kadarıyla son yıllarda hep Brezilya müziğini dinlediğimi ve bu müziğin yapıldığı yeri görmeyi istediğimi, müziği dinlerken buraları hayal ettiğimi anlattım, çok ilgisini çekti. Çocuklar eve varamadan arabada uyudular.



Andrea 33 yaşında teknolojik ürünler pazarlayan cıvıl cıvıl bir kadın. Kökenleri İtalyanmış, ama İtalya'ya hiç gitmemiş, İtalyanca da bilmiyormuş.
2 yıl önce eşinden ayrılmış, kızıyla birlikte yaşıyor.



Hayatını kızı üzerine kurmuş, babasının maddi desteğiyle onu Amerikan Kolejine göndermiş. İki yaşından beri sürekli İngilizce eğitim alan Alanna da ana dili gibi İngilizce konuşuyor. Anladığım kadarıyla Andrea evde yabancı konuk misafir etmeyi diğer sebeplerin yanı sıra kızının İngilizce pratik yapması açısından da önemsiyor. Biz ikinci konuklarıymışız, bizden önce evinde 1 hafta kalan Avustralyalı bir çiftten çok memnun kalmış
“Alanna’yı onlarla konuşurken gördüğüm anda çektiğim bütün zorlukları unuttum” dedi.



Andrea’ya da yanımızda getirdiğimiz incili kaftan setini verdik.
Yalnız profilinden edindiğim izlenim sonucu ona sufi müzik değil, göbek dansları CD’si aldım, çok hoşuna gitti.
Eve girince “Aç mısınız?” diye sordu
Almanya’da yaşadığımız acı deneyimden sonra pek aç olmamamıza karşın hiç kibarlık etmeye kalkmadan, “Evet açız” dedik.
Bize ekmek peynir, kek ve meyve suyu çıkardı.



Gördüğümüz kadarıyla buralarda doğru düzgün yemek yenmiyor, millet ayaküstü atıştırıp çıkıyor.
Biz evde konuk ettiğimiz yabancıları (daha önceden tanmadığımız, arkadaşlarımızın ağırlamamızı rica ettikleri arkadaşlarını) standart olarak 8 çeşit soğuk meze, ara sıcaklar , iki çeşit ana yemek ve bol içki menüsüyle ağırlayıp bir de üstüne kendi yatağımızı verdiğimizden biraz yadırgadık ama antropologların sözünü dinleyerek başka toplumların davranış biçimlerini yargılamadık, olduğu gibi kabul ettik.
Ancak bir dahaki ev sahipliğimizde biz de yabancılara ağır yemek hazırlamadan evde ne varsa onu çıkarmaya, misafirperverliği abartmamaya karar verdik.
Andrea'nın evi Brezilya'daki bütün lüks konutlar gibi tel örgüyle korunmuş, bekçisi olan, içeriye referanssız kimsenin alınmadığı yüksek bloklardan oluşan bir sitede 11. katta, 2 oda bir salonluk küçük bir daire.



Bir de hizmetçinin kalacağı ardiye gibi mutfağa bitişik bir yatak odası daha var.



Gördüğümüz kadarıyla Brezilya'da ortadirek insanların dahi yatılı zenci hizmetçileri var. Hizmetçi maaşları 250 dolar civarındaymış.


Akşam yemeğinden sonra biraz sohbet edip Andrea'nın bizim için ayırdığı Alanna'nın odasında yattık. Saat farkı nedeniyle (5saat) sabah 5 te kalktım, biraz kitap okudum.
Akşam pilleri şarja koymak isteyince elektriğin 110 volt olduğunu gördüm. Evde 110 volt adaptörü olduğu halde Brezilya gibi yoksul bir ülkenin 110 volt kullanacağına ihtimal vermediğimden internetten araştırmamış, sadece priz adaptörü getirmiştm. Mecburen 110 voltluk pil şarj aleti bulup almamız gerekecek. Murat Belge de okuduğum Başka Kentler, Başka Denizler2 kitabında benzer bir ahmaklık yapıp sonra "Bu kadar seyahat eden bir insan olarak bazen inanılmaz saçma işler yapıyorum. Belki de bu çok seyahat etmekten kaynaklanan bir pervasızlıktan kaynaklanıyor ama aynı zamanda bir acemilik ya da köylülük gibi görünüyor" diyordu tam da okuduğum sayfada.



Balkonlar çoğu dairede çocukların güvenliği için ağla kapatılmış.
Türkiye'den getirdiğimiz börekler ve tropik meyvelerle ayaküstü kahvaltı edip şehre çıkmaya hazırlandık. Andrea işe giderken arabasyla bizi eski şehir merkezi olan turistik Pelorinho bölgesine bıraktı. Para bozdurup dolaşmaya başladık.



Devamı yakında burada

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder