(6 Eylül 1997 )

Lady Diana’nın cenaze töreninin 6 Ekim’de yapıldığını sanarak yıl dönümünde bir hatıramı yazayım dedim, ama fotoğraflardaki tarihlere bakınca 6 Eylül olduğunu gördüm.Ben yine de word’ü açmışken yazıverdim.
Dokuz yıl önce sonbaharda Londra’daydım. New York’a giderken 520 dolarlık bilete 80 dolar fazladan ödeyerek 3 günlük bir mola vermiştim. (Doların dolar, NY biletlerinin pahalı olduğu, Amerika vizesinin ücretsiz on yıllık verildiği, benim sigara içtiğim zamanlardı.)
6 Eylül günü saat 11:30 da Heatrow havaalanına indim. Aynı saatlerde Lady Diana’nın cenaze töreni vardı. Tabi ben bileti aldığımda henüz sağdı. Havaalanında sigara içilebilen kafede bir Dunhill tellendirip töreni TV den izledim, zira sürekli olarak mahşeri kalabalıktan ötürü şehir merkezine gelinmemesi, metronun kullanılmaması anons ediliyordu. Törenin bitmesi ile birlikte metroyla merkeze gittim.

Caddeler çiçek içindeydi. Her köşede, lamba direklerinin altında çiçekler yığılıydı. İnsanlar hüzünlü gözlerle çiçeklerin üzerlerindeki notları okuyor, parklardaki çayırlara doğru yayılıyorlardı.

Ben de onlar gibi yaptım, biraz cenaze alayının geçtiği yollarda dolaştım, çiçeklerin tekrar satılıp satılamayacağını düşündüm.
Kalacak yer öncelikli sorunumdu. İlk olarak Ritz Oteline gidip baktım, pahalı geldi, önünde bir fotoğraf çekilmeyi yeterli gördüm.

Sokaklarda avare dolaşarak ,ucuz bir hostel aradım, ama bulabildiğim en ucuz yer 50 pounddu. Ara sokaklar bomboş dükkanlar sanırım tören nedeniyle kapalıydı. Bu tatlı hanımlar banktaki heykellerle şakalaşıyorlardı.

Fotoğraflarını çektim derdimi anlattım, bana şehir dışında 15 pounda bir yer olduğundan bahsettiler ama bu da çılgınca bir fiyattı.
O yılarda Türkiye’deki fiyatların ve maaşların düşüklüğünden yurtdışına ilk çıkışta yaşanan fiyat şoku tüm benliğimi sarmıştı, her şey delice pahalı geliyordu. Sırtımda, NewYork’tan yenisini almayı planladığımdan Moskova malı ucuz bir bez çanta vardı, hiç ergonomik değildi, en kötüsü de havalimanından uçağı kaçırma pahasına son dakikada alabildiğim dört büyük rakı da gittikçe ağırlaşıyordu. Çantamı dükkanlara bırakıp dolaşmak istedim. İngilizler kibarca, türk lokantaları ‘valla patron kızıyor’ şeklinde reddedip metrodaki dolaplara bırakmamı önerdiler. Fikir makul geldi ama en ucuz dolap kirasının 5,7 pound olduğunu görünce şapkam havaya uçtu!

Tekrar dolaşmaya başladım ama çanta ıstırap verici hale gelmişti. Bir markete girdim çantayı emanete bıraktım ve omuzlarım rahatlayana kadar dolaştım, en ucuz ekmek ve salamı aldım ama söylememe gerek yok; pastırmadan pahalıydı(ekmek). Karnımı doyurunca biraz gözüm açıldı, tekrar kenar mahalleleri uyuyacak bir kuytu bulmak amacı ile dolaşmaya başladım.

Bir sokağın köşesinde zenci gençler elime bir broşür tutuşturdular. Okudum bir kilise konserine davet edilmişim. Ücretsiz olduğunu teyit ettikten sonra adresini tarif ettirip kiliseyi buldum, içeri girip toplantı salonuna yerleştim. Hava kararmaya ve soğumaya başladığından içerisi hoşuma gitti. 50-60 kişilik salonda tek beyaz bendim . Herkes gösteriden önce tek tek gelip elimi sıktı, ‘Hoş geldin brother’ dedi, türk olduğuma şaşırdı.
Ben de en lider görünümlü olanlara, ‘Yaa işte bugün geldiğimi, ama kalacak yerim olmadığını, aksi gibi param da olmadığını’ anlatıyordum . Hepsi müstehzi ifadelerle ‘Yaa, yaa’ deyip sırtımı pışpışlayıp yerlerine döndülerı. En sonunda cesaretimi toplayıp, en müşfik görünüp benimle ilgilenen birisine bu gece kilisede kalıp kalamayacağımı sordum.
‘Ah ne yazık ki…’ dedi.
‘Yatak şart değil kapalı bir yer olsun?’
‘Mümkün değil’,
‘Kapalı yerden de geçtim bahçenizde duvar dibinde yatayım polis taciz etmesin ?’
‘Maalesef, işte konser de başlıyor’
Kös kös oturup konser dedikleri şeyi izlemeye başladım. Biri orgla fona müzik veriyor, gençler de ellerinde mikrofonla ortaya çıkıp annelerinin nasıl alkolik ve fahişe olduğunu, kendilerinin de her türlü kötülüğü 15 yaşlarına kadar tattıklarını, ama şükürler olsun İsa’nın onları kurtardığını’ repçi havasında anlatıyorlar sonra hep bir ağızdan 'haleluyah, haleluyah' diye şarkı söylüyorlardı. Sıcak ortam,ve ritmik müziğin etkisiyle kısa sürede rahat plastik sandalyelerin üzerinde uyuyakaldım. Arkamdakiler dürtüp uyandırdıysa da biraz daha uyumayı başardım.

‘Peki ya İsa ? İsa senin için canını verdi’ dedi.
İçimden ‘Bana mı sordu da verdi’ derken gencin gergin tavrını da değerlendirerek bu fikrimi dillendirmedim, sadece ‘Ben zaten Müslümanım!’ demekle yetindim, ve şaşkınlığından faydalanarak kendimi dışarı attım.

Tekrar merkeze dönüp Oxford Caddesi’nden geçerken bir pizzacıdan Türkçe konuşmalar duydum. Baktım efendi tipli insanlara benziyorlar. Yanaşıp ‘Size çantamı bırakabilir miyim diye sormayacağım, kabul etmeyeceğinizi biliyorum, ama nereye bırakabileceğim konusunda bir fikriniz var mı?’ diye sordum. Hoşlarına gitti, bırakabilirsin çantanı dediler. Kulaklarıma inanamadım. Hemen fikirlerini değiştirmeden çantadan cep viskisini kaptığım gibi kendimi dışarı attım. Çantayı bütün gün sırtımda gezdirdikten sonra çantasız ilk adımlarımda uçuyorum sandım.
Soho’ya girdim.Sokak ressamlarını izledim.


Gece 1:30 gibi dükkana döndüm. Dükkan dediysem 4 metrekarelik bir büfe, sadece mikrodalgada ısıtılmış parça pizza satıyorlar.


Yoldan tek tük geçen ayyaşlar ‘Oo ne güzel parti!’ diye takılmaya çalıştılar ama onlara rakı vermedik, pizzayla savuşturduk.
Sabah gün ışırken Mustafa’nın Newington Green ‘deki evine gittik. Ben otobüse bindim o otobüsü bisikletle takip edip ineceğim durağı işaret etti.

Newington Green türklerin mahallesiymiş. Nitekim kafelerde Cine 5 izleniyordu.

Ev arkasında bahçesi olan tipik iki katlı beyaz bir Londra eviydi. Ev arkadaşı Mustafa Gül de Sivas’lıymış. Sosyal yardım kuruluşunda çalışıyormuş.

Bir de represantlıktan istifa edip Londra’ya gelen bir kız arkadaşları Figen vardı evde. Öğlene kadar uyuduk,bahçede kahvaltı ettik.


Bir tanesi ağzının içinde yuvarlayarak İskoç akasanıyla bir şeyler söyledi ama anlayamadım. Bir daha tarif etti, yine anlamadım. En sonunda 'gel ben götüreyim' olarak tahmin ettiğim bir şeyler homurdanarak beni epeyce uzaktaki bir likör stora götürdü.

‘E bana da bir şişe alırsın herhalde’dedi (yol boyunca susmadığından ne dediğini anlar hale gelmiştim). ‘Üzgünüm param çok az’ dedim. 'Ama ben sokakta yaşıyorum’ dedi. ‘ A, ne rastlantı, ben de sokaktayım, dün gece Oxford’daydım sen hangi sokaktasın ?’diye sordum. ağabeyin hoşuna gitti. Parasını verip iki kutu bira aldı, çıkıp oturduk. Adı Jolly Billy Dickson’mış. İskoç kanı taşıdığından çok cesur ve kuvvetliymiş.

Kışın hiç üşümezmiş, kısa kollu gömlekle gezermiş. Ceketini çıkarıp kısa kollu gömleği ile bana poz verdi. Biralarımızı içince 'Aç mısın?' dedi. ‘Eh ağanın eli tutulmaz’ anlamında bir şeyler söyledim. ‘Gel benle dedi, fişendcips yer misin?’ ‘Olur' dedim bu meşhur İngiliz yemeğini tatma heyecanıyla. Bir büfeye gidip bize fişendcips verir misin dedi. Adamlar hiç itiraz etmeden dün gece bizim pizzaları dağıttığımız gibi verdiler. Pek birşeye benzemiyordu. Jollibilli abi sigara içer misin dedi, demesiyle gitti açık kafelerde oturanlardan iki sigara aldı, yaktırdı geldi, banka oturup onları tellendirdik. Abi bu sefer başka komplike bir mevzuya girdi ama ben bir türlü aksanı çözüp anlayamıyorum. En sonunda anladım ki Hint yemeği sevip sevmediğimi soruyor. Tabii ki severim dedim.(çünkü hiç yememiştim). Bu sefer çok lüks bir Hint restoranına gittik. Billy Abi bana 'Sen git şu heykelin orda bekle' dedi. Kapıyı çaldı. Çıkan garsona bir şeyler söyledi. Garson da O’na birşeyler söyledi. Döndü geldi, başka bir heykelin dibine aristokrat bir havayla oturdu.

Ben içimden ‘En sonunda beleşçilere hakkettikleri gibi davranan asil doğululara çattı işte’ diye düşünerek yanına gittim. ‘Tamam’ dedi, ‘getirecekler birazdan, sen orada beklemeye devam et!’ Anlayabildiğim kadarıyla daha önce abi orada arıza çıkaran bir serseriyi dövüp restoranın camlarını kurtardığından kredibilitesi yüksekmiş. Hiç ihtimal vermememe karşın birazdan gerçekten bir garson elinde alüminyum kaplarda yemeklerle kapıya çıktı, Billy Abi koştu kaptı geldi. Güzel pilav ve körili patatesli dana eti vardı. Yemekler sıcaktı ama çatal kaşık vermemişlerdi. Kapların karton kapaklarını kaşık yapıp götürdük. Artık bir şey yiyecek içecek halim kalmadığından, eve de geç kaldığımdan Billy Ağabeye teşekkür edip ayrıldım.
Londra’da iki gün daha kaldım, Mustafa’nın bisikletiyle dolaştım.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder